7 Ağustos 2020 Cuma

hazreti isa, spinoza ve ben; bunları haketmedik


-hazreti isa

''size söylemediler mi, ben küfürlerin aziziyim!''

kulakları sağır eden bir uğultu; ağlama sesleri, bağırışlar. boynuna asılı yük ağır geldi, sendeledi. bir adım atacak takati dahi kalmamıştı. sırtına aldığı kırbaç darbesi ile yere yığıldı. ayağa kalkmayı denedi, başaramadı. gürültü başını döndürmüş, etrafındaki karmaşayı anlamlandıracak mecali kalmamıştı. bir hışımla tekrar ayağa kalktı. hala sendeliyordu. bir tarafta ahalinin öfkeli bağırışları, bir tarafta sevenlerinin sessiz hüznü arasında annesini duymaya çalıştı. öfkeli kalabalığın küfürleri mitralyöz mermisi gibi beynine işliyor, her yediği kurşunda bir öncekinden daha güçsüz düşüyordu. diz çöktü, sırtındaki ağırlık ile birlikte alnını yere dayadı. kendini tekrar ayağa kaldırabilecek bir mecal aradı, bulamadı. gözlerini yukarıya dikmiş etrafta olan biteni seyrediyordu. uzun sakallı, zayıf bir adam kolundan tuttu, yürümesine yardım etti. döndü ona, gülümsedi sonra...

avucunun içindeki paslı çiviye baktı. susamıştı. güneş, göz kapaklarını ağrıtmış, başı gövdesine ağır gelmeye başlamıştı. uzun saçlarının göğsündeki yaraya yapıştığını hissetti. inlemek, ağlamak istedi, meydanda bekleyen kalabalığın gözlerindeki hüznü gördü; utandı. annesiyle göz göze gelmemeye gayret ediyordu. kafasını çevirdi. susuzluğunu giderecek hayaller kurmayı denedi, avuçlarındaki acı buna engel oldu. omzunun üzerinde uzanan derin vadiye baktı, ağlıyordu. göz yaşlarıyla ıslanan çorak dudaklarından iniltiye benzer son bir ses çıkardı;

''tanrım, tanrım beni neden terkettin?''

-spinoza

''insanlar, bize zarar verdiklerinden değil; yaptıkları haksızlıklarla ruhumuzun ışığını söndürüp içimizdeki kötülüğün başkaldırmasına sebep oldukları için korkunçlardır.''

kare şeklinde dikenli tellerle çevrilmiş, tahta penceresinden sızan gün ışığına baktı. bel hizası masasının üzerinde mercekleri yonttuğu bir makine ve paslı bir bıçağı vardı. uzun süre oturduğunda belini ağrıtan, epey alçak bir taburede duvara yaslanmış, birkaç gün önce karaladığı notlarını gözden geçiriyor, aklına gelen ufak detayları temiz kağıtlara çekiyordu. bir süredir yaşadığı göçebe hayat, onu fazlasıyla yormuştu. yonttuğu merceklerin tozu andıran ufak cam kırıklarını yutmaktan bitap düşen ciğeri, nefes alırken göğsünün sancımasına neden oluyordu.

günlerdir rutubet kokan bu kasvetli odasından çıkmamıştı. karnı acıktığında odanın aşağısında bulunan mutfağına kadar iniyor, birkaç atıştırma sonrasında tekrar odasına dönüyordu. zaten yemek yeme ile alakası yaşamını idame ettirecek kadardı. ötesini lüzumsuz olarak görürdü. elindeki sayfanın son satırına geldiğinde, uzunca süredir oturmasından kaynaklanan belinin acısını duyumsadı. ellerini dizlerinin üzerine koyup kendi vücudundan güç alarak ayağa kalktı ve çerçevesini tahta kurtlarının afiyetle eskittiği, sararmış penceresine doğru ilerledi. göz hizasındaki uzun, yeşermiş ağacın rüzgâr karşısında yaptığı salınımı seyrederek içinden geçirdi:

''tanrım; zihnim, sonsuz idrakinin bir parçası. seni anlamam için bana yardım et.''

-ve ben

''leyse fi cubbeti sivallah: cübbemin altında allah'tan başkası yok.''

ve işte şimdi bir yurt odasındayım. oysa birkaç gün önce buradan ayrılırken, bir daha hiç geri dönmeyecek olmayı ümit ediyordum. ancak bu ümit, son iki senedir her defasında olduğu gibi tekrar buraya dönmüş olmamla son buldu. kapının önünde sigaramı yaktım; allah'ına kitabına sövüp saydığım... tezcan karşıladı içerde, güzel kardeşim benim. muhtelif yerlerde dostluğun edebiyatı üzerine birçok kelâm ile karşılaşmışsınızdır. ekserisi, dostun hakikisini birlikte yemeyle özdeşleştirirler. dost mu? yediğin, içtiğin, konuştuğun, görüştüğün ayrı gitmeyecek! güzel hikâye... farazi mi demeliyim yahut masal? dost, o yıllarda benim nazarımda birlikte yemek değil dayak yediğin kimseydi. tezcan sıskadır, kambur görünür ama gözü pektir, geri vites yok hıyarda. sözlü bir tartışma yaşadığım ortama uçarak girmişliği var. ufak bir sürtüşme üzerine konuşma yaparken kendimi hararetli bir kavganın ortasında buluvermiştim. o gün çok temiz dayak yedik, ertesi gün nedenini sorduğumda 'aga, sen elini kaldırınca işaret verdin sandım' demişti. böyle de temiz delirmiş herif. bu dayak bana hayatımda ilk kez gerçek bir dostum olduğunu hissettirdi. yaşım on üç, lisenin başı. anne, baba, kardeş yok ama tezcan var! hala var, eksik olmasın.

hırsızlık olmuş, ne hacet! yahut nasıl cesaret! çaldığı şey üç kuruş, bir patatesli poğaça iki latte. vizyonsuz haydut bizimki. uğruna dayak yiyeceğimiz merete bak. böyle söyleyince komik geliyor lakin, bizim dayakçı birliğinin etik prensipleri gayet tutarlı. bir milyon dolar çalmakla, iki latte çalmak arasında bir ayrım gözetilmiyor. potansiyel görülen suçlulara aynı ayarda dayak atılıyor. her zamanki gibi eğer ortada bir suç ve bundan dolayı da fişlenmesi gereken bir suçlu var ise, işte o biziz! çömezler! evden yeni geldim, nasıl hırsızlık yapayım bile diyemedim. haber geldi, üst kata bekliyorlarmış. bu duyguyu size pek az şair yaşatabilir dostlarım. biraz sonra dayak yiyecek olmanın getirdiği korku, suçsuz yere dövülecek olmanın yaşattığı mağrurluk hissi, kaçıp gitsem düşüncesindeki suçluluk, yakalanırsam daha çok dayak yerim endişesi. birçok şeyi ekleyebilirim bunlara. onlarca farklı duyguyu aynı anda yaşamanın tadı bi' acayiptir. tüm boktan hisler bir arada -ve ben varım. ümit yok mesela, huzur yok, mutluluk yok, aile yok, cesaret desen ona keza. dostlar var lakin, gerçek ailem onlar artık; tezcan, murat, yunus ve diğerleri. peder beyler evdedir, gelemez. dokuz-on sıraları. televizyon başında diziye tutulmuştur muhtemelen, valide baş köşede. çay doldurur, gider gelir sıklıkla. pederin ağzında demir var, çayın sıcaklığı karşısında herhangi bir menfi tutumda bulunmaz. içtikçe içer. yazık annem de çay doldurmaya bıkar, söver arada. biraderler odalarında takılır, dolu vakitten haberi yoktur ibnelerin. çok defa evde boş oturanı allah sevmez diye direttim ama pek faydası olmadı. belli ki gençler arasında allah falan da pek muteber değil. sakalımız yok ki sözümüz dinlensin sözünden yola çıkarak... pek muhterem büyüklerimiz bu duruma yol açmamak için olsa gerek senelerce allah mefhumunu sakallı dede diye yutturdular bize. biz de sözdür, sakallıdır deyip dinledik işte.

üst kata yaklaşırken kulağımdaki çınlamaya hakim olamıyorum. ah bu hastalık. birkaç aydır yakamda, bırakmıyor. ilk tepkimi hiç unutmam; ''biri beni andı sanırım.'' şimdi geriye dönüp baktığımda bu tepkim epey komik geliyor. nasıl bir anmaysa, on yılı aşkındır bıkmadı gitti. büyük ayıp etmiş olmalıyım muhatabıma. biraz düşününce aklıma birkaç itlik geliyor ama o kadar kin beslememiştir diye teselli ederken buluyorum kendimi. tinnitus, bitmeyen ıstırabım! bir önceki ameliyatımda doktordan kulak zarlarımı almasını istemişim. böyle bir şeyin mümkün olmadığını, mümkün olsa dahi çınlamanın geçmeyeceğini söylemişti. o günden beri müsait bir yerde kafama sıkmanın hayallerini kuruyorum fakat çınlamanın kafamdaki yerini belirlemem gerek; bu gürültü geçmeyebilir zira! öyle bir hissiyatı var. bu illet ki çoğunlukla başınıza gelenlerin hiç geçmeyecekmiş gibi hissettirmesiyle yarışır. 'zaman karşısında direnen nicesi olur!' duyguların da yaşarken ölmek gibi garip huyları var. asla mezara götüremeyiz onları. kefenin cebi yok. gözlerini fezaya dikmiş bir ölüye dikkatle bakanlar anlayacaktır dediklerimi. duygu yoktur orada; ümit, korku, mutluluk, neşe, hüzün, elem, keder, gam, gussa... hiçbiri. yalnızca bir simadır gördüğünüz. arınmış bir sima. onlara baktığımızda kendimizi kötü hissetmemizin nedeni bu olsa gerek. duygusu olmayanın varlığı rahatsız ediyor bizi, içimize işliyor. lakin bu gürültü öyle mi, susmuyor. hiç bitecekmiş izlenimi vermiyor bana. bitmek bilmeyen, sonsuz, kuru gürültü. toprağın altında bu gürültüyle yatmak istemem. insanoğlu, yaşamını mutlak bir gürültü içinde geçirdiğinden olsa gerek, ölümü bir sessizlik olarak tahayyül etmiş. bu bana yaşlandıkça insana zuhur eden bilgeliğin, ölüm ile ilişkisini düşündürtüyor. antik yunan'da karşılığı şu; hiçbir şeye aldırış etmeme, hiçbir şeyden etkilenmeme ve her şeye kayıtsız kalma ile birlikte gelen ruh dinginliği, sükûnet hali. ataraxia: sonsuz kayıtsızlık! pyrrhon ve öğrencileri bilgeliğin sınırlarını böyle tahsis etmiş.  kullandığım ilacın ismine mülhem. ölüm, nihai bilgelik... allah, yatanı gürültüden uzak etsin. bir de şu odadaki gürültüden... dahası, doktor ameliyattan sonra uzunca bir süre kafamı darbelerden korumam gerektiğini belirtmişti. kafaya sıkma işi sakat anlayacağınız, kurşun dediğin darbenin alâsı. ameliyatın taksiti de bitmedi. bu iş çoktandır, boş bir hayal ya, neyse. bari doktor şuan dayak yemeye gittiğimi bilseydi.

kapıyı tıklatıp içeriye girdim, epey kalabalık. hırsızlıktan haberi olan bütün ahali bu cümbüşe teşriflerini sunmuşlar. çömez kardeşlerim de burda, dizilmişler yan yana. en sonda yine tezcan, beni bekliyor. yanında yerimi aldım. peki ya şu üst sınıflardan müko ve küçük. çekirdeğini almış herif, aksiyonu izleyecek. soldan itibaren sırayla sorular soruluyor. sen mi çaldın? dün gece neredeydin? kiminle beraberdiniz? herkese aynı tarife! şanslı olanlar nadir gelen farklı bir soruyu cevaplama şerefine nail oluyor. soruya muhatap olanın ömrü; azami üç yanıt. ekseriyetle ikinci ya da üçüncü yanıtta suratına aldığı tokat ya da yumruk darbesiyle ya yere düşüyor ya da arkasındaki dolaba sertçe çarparak bir darbe daha yiyor. sol tarafıma pek bakmamaya çalışıyorum ancak epey sıra var. başlarda yerimizi alsak şimdiye dayak yemiştik diye düşünmeden edemiyorum. tezcan da öyle düşündüğünden olsa gerek, çok beklettin beni der gibi bakıyor. ilk sıradaki için motivasyon kaynağı 'aradan çıkalım da sonrasına bakarız' iken son sıradaki için çoğunlukla bu 'bize sıra gelene kadar belki bir mucize gerçekleşir' oluyor. o bekleyişi unutamıyorum. solumdakiler bir bir düşerken tek moral kaynağım, derdimi anlatabilirsem sarsıntılı bir yumruktan kendimi kurtarabilirim üzerineydi. tezcan tokattan nasibini alınca kendimi anlatmaya hazırlandım. o an bunun mümkün olacağına dair inanca nasıl ulaştım, gerçekten bilmiyorum. hilkat garibesi sığır önüme geçip ilk soruyu sordu. cevabımla birlikte derdimi anlatmaya başladım. elini kaldırıp 'kes lan orospu çocuğu' dediğini anımsıyorum.

-o haydut latte çalar, tezcanla ben ağlaşırız...-

hala geyiğini yaparız tezcanla. seneler geçti. dayağın da böyle bir kudreti var. o esnada hayatının en berbat günlerini yaşıyor olmaktan acı çekiyorken yıllar sonra bu, dostlarınla geyiğini yaptığın bir mizah unsuru oluveriyor. bu dayağın bir de hikmeti var. gururlu yenilen dayaklar var, gururla yenilen dayaklar var. bizimkinin travma olması ilk sebepten. gururluyduk neticede. suçsuz olmanın gururu. insan küçük bir iftiranın bile yıllarca acısını çekebiliyor, biz bir de dayağını yemişiz! ikinci sebepten olanı da görmedik değil. gururla yedik neticede. dayak fena değildi ama biz de iyi dövüştük demenin gururu o da. insan hak ettiğini düşündüğünde dayağı kendisine hak olarak görebiliyor, önemsemiyor onu. 

tuvalette ağzımdaki kanları ağlayarak sildiğim ana gelene kadar geçen süreçte neler yaşandığına dair hiçbir fikrim yok. üzerinden yıllar geçmesine rağmen yeni ayrıntıları hatırladığım oluyor fakat o ana dair hiçbir şey bilmiyorum. mescite indim o gece. kulağımdaki çınlama tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştı. yerde sadece bir halı bulunan o mescitte, yastıksız, yorgansız; ellerimin arasına bitmek tükenmek bilmeyen bir gürültüye gebe başımı alıp duvara vura vura uyuyakaldığımı biliyorum. ve duvara vurduğum her kafa darbesinde de dudaklarımdan dökülen ve bugün dahi yalnız ve tek hakikat olarak benimsediğim o cümleyi aklımdan asla çıkarmıyorum;

''vallahi allah'tan başka kimsem yoktur.''