29 Aralık 2020 Salı

anneler hep erken ölür

çevre yolunun kenarında, yokuşa uzanan bir yolun tepe noktasındayız. ben, berke, ferhat, mert... niçin burada olduğumuz ya da bu noktaya nasıl geldiğimiz hakkında hiçbir fikrim yok. zifiri bir karanlık ortasında, sokak ışıklarının bizi görmeyen kör bir noktasındayız. ayakta dikilmiş, son zamanların bize yaşattığı kötü deneyimlerden bahsediyoruz; değersiz ve acınası hayatlarımızdan. yanı başımızda eski model, bir dağ arabasını andıran büyük ve kalın tekerlekli, kırmızı bir araba var. halletmesi gereken bir işi olduğunu söyledi mert, yanına ferhat'ı da alarak bindi arabaya. onları uzaklaşırken seyrederek bir sigara uzattım berke'ye. içime doğan bir his gitmem gerektiğini söylüyordu. bir yere uğramam gerektiğini söyleyerek yol boyunca yokuş aşağı koşmaya başladım. koştum, koşmaktan nefesim kesilene, düşüp bayılmaktan korkana değin koştum. ben koştukça yol uzuyordu sanki. yalnız sokak lambalarının sapsarı ışıklarıyla aydınlattığı ve sivrisinek vızıltılarından başka bir sesin duyulmadığı o korkunç cadde boyunca koştum. öyle bir cadde ki bu, bir vadiyi andırıyor. yolun yarısına kadar yokuş aşağı koşuyorken hafif bir düzlük seni karşılıyor ve ardından yokuş yukarı devam ediyorsun. tepenin ardına gelmem saatlerimi aldı. nedenini anlayamadığım, dehşet bir korkuyla geriye doğru koşmaya başladım. arkama bakmak fikri dahi nefesimi kesmeye yetiyordu. bir okula rastladım orada, ölüm döşeğinde umutsuzca kurtarılmayı bekleyen bir hasta gibi nefes nefese daldım içeri. içeride yüzlerini asla seçemediğim, elbiselerinden arta kalan bölümleri kapkara bir perdeyle bezemiş insanlar dolaşıyorlar. kimse umursamıyor beni, oraya can havliyle daldığımı kimse fark etmiyor bile. herkes gündelik hayatında; sohbet ediyorlar, gülüyorlar, içki içiyorlar ve yürüyorlar. okulun her köşesi yaşamın yalnızca bana has bir gariplik içinde olduğunu gösterdi bana. içimdeki korkuyu büyüterek çıktım oradan, cadde boyunca berke'ye doğru, arkama bile bakmadan saatlerce koştum. gelmek istediğim yere, berke'nin yanına geldiğimde yahut daha doğrusu ben öyle sandığımda, kaldırdım kafamı ve aslında yeniden caddenin diğer yakasında durduğumu gördüm. doğru yönde, bildiğim yolda koşmama rağmen berke'den oldukça uzakta, tam tersi noktadaydım. köşedeki dükkanın camekanından yansımama takıldı gözüm, bir köpek olduğumu gördüm sonra...

haykırarak gözlerimi açtığımda bir cam kavanozun içinde olduğumu fark ettim. bir okyanus dibinde ben ve diğer dalgıç arkadaşım, elimizde birer çekiçle bir kaya parçasını kırmaya çalışıyorduk. gördüğüm rüyanın etkisiyle olacak, var gücümle abandım kayaya. uzunca bir çatlağın ardından koca kaya parçasının gözlerimin önünde sonsuz parçalara ayrıldığını gördüm. arkadaşım yıkıntıların arasından, ufak bir taş parçası kaldırdı. seslendi bana, bakmamı istedi. işaret ettiği yerde bir köpeğin uzandığını gördüm, kendimin. seni arıyordum dedi arkadaşım...

avazım çıktığı kadar bağırarak fırladım yataktan. yanı başımda fatoş'u ağlarken buldum. kuzenim kendisi, fatma olmaktan fatoş. ailenin yeni doğan çocuğuna, atadır yadigardır diyerek verilen dede, babaanne isimlerinden doğan ufak bir yanlışlık hamlesi. bir anda ailede hasıl olan aynı soy isme sahip fatma kontenjanının ikiye çıkmasından mütevellit, ufak olana fatoş mahlası takılması durumu. bize ufakken bu durumdan pek bahsetmediler. bu sebeple yıllarca kendisinin ismini fatoş zannederek büyüdüm. kendisine verilen bu yumuşatma eki, fiziksel durumu göz önüne alındığında epey yerli yerinde oluyor. ufacık, tefecik; içi dolu ama turşucuk! öylesine zayıftı ki, kendisine temas ettiğinizde kırılacağından endişe ederdiniz. yanı başımda diz çökmüş, yüzünü ellerinin arasına almış hıçkırarak ağlıyor, ağlıyor, ilaçlarımı içip içmediğimi soruyor ve yine ağlamaya devam ediyordu. kalktım yanından, bir ölüm sessizliği olan o evde yalnızca buğulu bir televizyon sesi, olabildiğince bağırıyordu. salondan sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. terör mahkumlarının yahut cinayet suçlularının getirilip konuşması için işkence yapıldığı o uzun, karanlık odalara benzeyen bir odaya girdim. ailem ve yakın arkadaşlarım diz çökmüş, yüzlerini televizyon ışığı aydınlatıyor. pencereden süzülen güneş ışığı sırtlarına vuruyor. gözlerini kırpmadan bakıyorlar ekrana, bana aldırış etmiyorlar. soğuktan donmuş ayaklarımı sürükleyerek girdim içeri, televizyona döndüm, iki adam astronot kıyafeti giymiş su altında arama yapıyor. biri elindeki çekiçle kocaman kaya parçasını ikiye ayırıyor ve kayaların arasından diğeri bir köpek çıkararak 'seni arıyordum' diyor arkadaşına. 

kan ter içerisinde fırladım yataktan. yanı başımda fatoş yüzünü elleriyle gizlemiş ağlıyor; hıçkırıyor, ilaçlarımı içip içmediğimi soruyor ve ağlamaya devam ediyor. kanlı bir muharebeden canını güç bela kurtararak kaçmış bir savaş yorgunu gibi kendimden destek alarak kalktım ayağa. ağlamaya başladım. ''ilacımı içtim fatoş, ancak rüyamda mı içtim yoksa... yoksa gerçekten mi içtim bilmiyorum!'' 

uyandım sonra. sonunda hakiki bir dünyaya uyandığımı bilerek hem de. rüya içinde, rüya içinde; rüya içinde rüya! dört kez rüya. ilk rüyanın başrolü olarak kendini oynamayı başarıyla yerine getirdiğin, ardından gelen rüyada kendini, kendin olarak aradığın; üçüncü rüyada kendini, kendisi olarak su altında bulan bir adamın kendisini, kendin olarak izlediğin ve son olarak kendi olmaktan şüphe eden bir meczubu oynadığın dört perdelik kısa bir rüya! hiç uyanamayacakmışsın gibi, gerçekle ayırt edemediğin ve uyanana değin rüya olduğunu bilmediğin tam dört rüya! 

nasıl kendisi olur insan? neleri yaparak, neleri başararak? nasıl ancak kendisi gibi, kendisi istediği için, kendi eylemlerinin sonucunu, kendisi göğüsleyerek benim, kendimim diyebilir? uzunca bir süre mahkum kaldım bu duygudan. lisede okul müsameresinde tiyatro oynamamı isteyen bir öğretmenimin ısrarları üzerine dayanamayıp bağırdığımı hatırlıyorum. kendisine niçin bir tiyatroda oynayamayacağımı asla anlatamamanın pişmanlığını yaşadım senelerce. köşeye sıkışmıştım ve kendisini tehlikede hisseden her vahşi hayvan gibi saldırdım ona. ben zaten bir tiyatroda yaşıyorum diyemedim. hayatımı rol yaptığımı hissederek zorlukla yaşadığımdan bahsedemedim. bir göz vardı ensemin üzerinde, tıpkı bir bilgisayar oyunu gibi. kendi bedenimde, kendi ruhumda bir insanın günlük hayatta bir şeyler yaptığını ve buna müdahale edemediğimi izleyerek hayatımı geçirmek, kendi karakterimin gelişimlerini, olaylar karşısında verdiği tepkileri, obur hayatını ve tükenmek bilmeyen cinsellik sevdasını izleyerek sonsuz bir sinemaya mahkum olmak... ne kadar sabredebilirsiniz uzun metrajlı bir filme? doksan dakika değil belki doksan sene! size ait olduğunu düşündüğünüz bir bedeni, bir başkasının yönetmesine ne kadar katlanabilirsiniz? ecnebiler bu duruma 'depersonalizasyon' diyorlar. kişinin kendisine yabancılaşması... sanki bu dünyaya yeterince aşinaymışız gibi! kendisine aşina olamamışların da trajedisini bu başlık altında topluyorlar. muğlak, müphem, daha az gerçek, alelade bir dünya ve bir o kadar bunlardan mustarip; alelade bir ben! vaktiyle bir sevgilim vardı, yaşantısı siddhartha'yı andıran. hiç kolu, bacağı kırılmamış yirmili yaşlarına kadar; bir tanıdığını, sevdiğini kaybetmemiş, var olmanın acısını duyumsamamış hiç, bir yeri kanamamış, kendi olmamanın dayanılmaz sancısını yüreğinde hissedememiş... yalın ayak dikenli arazilerde yürütmemişler onu. ateş yağmurları altında karton bir şemsiyeyle başıboş bırakmamışlar. sevdiklerinden, saydıklarından ayrı uzak diyarlarda bir başına kahrolmasına göz yummamışlar. vaktiyle çok acırdım ona. ilk büyük düşüşünün nasıl olacağı üzerine kendimle iddiaya girerdim. ailesini kaybederse intihar eder bahsine bire on, ay sonu harçlığı biter de depresyona girer ihtimaline bire iki! beklediğim belalar ben onun hayatındayken gerçekleşmedi. sıkıldım, ayrıldım ondan. arkadaşları arasında anlatacağı bir kötü anısı olsun istedim, daha büyük bir acıyla kavrulmadan evvel, benimle birlikte bir antrenmanı olsun istedim. gülmek hiç yakışmıyordu ona, acı çekmemiş! ayağına diken batmamış bir prensesten, kendi olamamış aciz bir herife fayda dokunacağını bekleyemezdim. aslında aradığım tedaviyi çoktan bulmuştum kendime. hastalık ne boyutta olursa olsun, insanın yanında gerçekten kendisi gibi hissedebileceği biri mutlaka bulunuyor. zavallı ben, ancak annesinin yanında kendisi oluyor. gerçek buydu benim için. annemdi. her anne gibi erken öldü.

tabutun sallandıkça çivi gibi batan ağırlığını omuzlarımda hissettim hep. alçak herifler, nasıl özensiz taşıyorlar onu! alçakgönüllülük etmişler, bu beklenmedik vefat karşısında taziyelerini cenazede sunmak konusunda mutabık olmuşlar. daha gür sesle: alçak herifler! düzgün taşıyın lan, annem o benim! ben sarıp sarmaladım onu, ben öptüm son kez, ben gördüm o ölümü hatırlatan kefen içinde. evet, ölümü hatırlatan kefen! annelere has, annelere müşahhas! ancak onlara yakışacak türden. yoksa bir ölüm, hiç yakışabilir mi bir anneye? rahat etsin diye de ufak bir battaniye sıkıştırdım boynunun altına, kimseler görmeden. bu alçaklara kalsa, işimiz yaş! yol uzun, omzum kan içinde; tabut çivili fıçı. insan nasıl rahat eder, bu tahta parçasının içinde?! nazik olun onu taşırken; yolda bulduklarım, yola çıktıklarım, yoldan çıktıklarım, yola geldiklerim, yollular, yolsuzlar; hısım, akraba, dost, yol arkadaşlarım! yol tutar annemi, uzun yola gelemez. yolumuz belli der, yolundan vazgeçemez! nice çıkılacak yoldan bu sebeple caydık biz. bir yol ayrımındayız şimdi, onun yolu toprak! benimki yalnızca yolsuzluk sevdası.

varana değin indirmedim onu omzumdan. yerimi istediler, yoruldun yardım edelim dediler; size mi kaldı, omzum çivisini istiyor diye haykırdım onlara. yerini çoktan hazırlamışlar; iki bel küreği, bir kazma, bir derin çukur. buyur işte, alçaklık baki! ne meraklıymışsınız kıymetlimi gömmeye! yerini, yurdunu seçmişler, hazırlamışlar. bir de seçilebilecek en kötü yeri seçmişler. yatacak yeri yok bu ibnelerin! soran oldu mu bana, annen yattığı yeri yadırgar mı diye! buyur perhiz, buyur lahana turşusu! çekilin lan, yaklaşmayın! ben örterim üstünü! size kalsa, yalın ayak başı kabak yatacak; bu soğuk, pis odada!

cehennem kazanlarında kaynatılası, aciz, acınası ellerimle koydum onu o pis odaya. soğuğa gelemez, üşürdü sıklıkla. ceketimi örttüm üstüne. tahtaları bir bir kendi ellerimle yerleştirdim. hiçbir işi vermedim o alçaklara! küreği de... ne çok meraklısı var bu kürek tutmanın, toprak atmanın?! ellerini bile sürmelerine izin vermedim, hiçbir şeye! gidin, rahat bırakın beni! onunla birlikte, yalnızca onun yanında bana ihanet etmeyen kendimi de gömdüm o pis odaya ben. bir daha asla kendim olamayacak bir yabancıyla, kendimle baş başa kalarak hem de. dışarıdan izleyerek kendimi, bilgisayar oyunu örneğinden mülhem. 

anneler... anneler ne tuhaf! daima erken ölüyorlar... 

13 Aralık 2020 Pazar

şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi

bir heves ve belki yetişir inancıyla yaptığım ortaya muhtarı yükselirken gördüm. atmosfer şahane, tribünler tıklım tıklım, tezahüratlar kulakları sağır ediyor. hevesim ve nefesim kursağımda kalmış, heyecandan dizlerimin bağı çözülmüş. sağ bacağımdaki ağrı gitmiş, koşabiliyorum. dahası bir futbol sahasındayım. oyunun ortasında. muhtar, üzerinde kafa topuna yükseldiği adamın farkında mı acaba? sokrates! spikerin sesi kulaklarımda yankılanıyor, russell abimiz maç anlatımı için kendini adamış:

''evet bu arada defans hattında sokrates, futbolla yakından ilgilenenlerin de bileceği gibi kendisi performansıyla çok defa adından söz ettirdi. oyun zekası anlamında iyi bir düzeydeyken savunma anlamında birçok eksiği olduğu yönünde eleştiriler var. siz ne düşünüyorsunuz platon hocam?''

''öncelikle ben sokrates'in savunma anlamında o kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. sokrates'in genel sıkıntısı, bir oyun kurucu olarak takımın merkezinde olmadığı zamanlarda ortaya çıkıyor. tabi, şimdi burada bir yorumcu olarak ben...''

''bu arada aniden gelişen atak ve beklenmedik bir orta!''

muhtarın beklenmedik ortalara beklendik kafalar atmak gibi bir huyu var. kafa atmayı futboldan çok girdiği kavgalarda öğrendiği üzerine bir takım rivayetler mevcut. nitekim bu durum onun kafalarını birçokları için beklendik kılıyor. muhtar dediysek ismiyle müsemma değil, mahlas sadece. zaten kendisine neden muhtar dediğimi de bilmiyorum. kara saçlı, kara kaşlı, kuru bir adam. kaba bir mizacı var. ekseriyetle hatunların benim yerime kendisini tercih etmesinin sebebini bunda görüyorum. kibarlık, olmaması gereken bir hata. stoacı imparator marcus, doğada olan iyidir diyor. bir maymunun ağaçta salınırken kız arkadaşına öncelik vermesi,  kaplanın incelik ve sadelik hasebiyle muhatabına diş geçirmemesi olacak iş değil. insanın bu misallerden müstakil olduğunu, kibar insana yapılan muamelenin bundan ayrı olduğunu düşünmek aptallık olur. deneyimlerim de bana bunun aksini söylemiyor. marcus bu söylediklerimi duysa, kendisini yanlış anladığımı söyleyip kızardı; kendisi kibarlığın bilhassa erkeğe yakışan bir meziyet olduğunu düşünüyor. neyse ki duyamaz, hazretleri şuan locada keyifle maçı izliyor. halkının eğlencesi için yaptırdığı bu görkemli stat onun için bir gurur nesnesi olmalı. muhtardan bahsediyordum, kendisiyle esas meselemiz, toplam münakaşalarımızın yarısını ihtiva eden soyadı meselesine dayanıyor. adamın soyadı: koyun! bu soyadının ''bizim oğlanı da yanınıza bir yerlere işe koyun'' yahut ''bana da bir çay koyun'' cümlesindeki koyun mu yoksa dağlarda, kırlarda otlayan ve geviş getiren bir hayvan mı olduğu üzerine düzenli olarak tartışıyoruz. ben muhtara ikincisini pek yakıştıramıyorum. zira böyle bir adamı melerken veya kırpılırken tahayyül etmek komik geliyor. 

muhtarın soyadının verdiği yetkiye dayanarak alnının akıyla sol köşeye koyduğunu gördüm. camus hırsla o tarafa doğru atladı. camus? motor sürmeyi bıraktığı vakitlerde kaleciliğe devam ediyor hala. daha az önce çalım attığım kolektif futbol yanlısı marx mıydı? hegel yedek kulubesinde. her zamanki gibi sistemli futbolu çevresindekilere anlatmakla meşgul. uzun zamandır marx'la forma mücadelesi veriyor. diyojen'e ne demeli? adem baba kıyafetini giymiş, saha kenarında uyuklamakla vakit öldürüyor. topun camus'un kollarından sekip kale içine girdiğini gördüm. muhtar kafasını ellerinin arasına almış, küfrederek hakeme bakıyor. hakem parmenides mi? bu adam şeylerin hareket edebileceğine dahi inanmıyor ki? kimsenin itiraz etmemesine içerlenmiş olsa gerek oyunu durdurdu. var odasında zenon'la konuşuyor. bozacının şahidi şıracı! topun gitmesi gereken yolun yarısını gittiğine istinaden, gittiği her yoldan geriye kalan yolun da elbet yarısının bulunacağına dayanarak, böylelikle gitmesi gereken hedefe hiçbir zaman ulaşamayacağından mütevellit... ağzında ne çok geveliyor bu dingil? bir filozof hastalığı hasıl olsa gerek. felsefenin, geviş getirmekten fazlası olmadığı aşikar. bir eşek düşünün, hayır buridan'ın eşeği değil söz ettiğim; aynı mesafede ve aynı uzaklıkta önüne konulan ottan herhangi birini seçme cesaretini gösterebilmiş, aç kalmaya niyeti olmayan bir eşek bu. öyle bir ot ki önündeki, ancak bir tanrı hazmedebilir onu. eşeğimiz ise eşeklik mertebesine ilk erişenlerden, şimdikiler gibi değil. üstelik geviş de getirebiliyor! yutmuş olduğu yiyeceği midesinden geri getiriyor ve yeniden çiğneyip yutuyor. ve bu işlemi hiç bıkmadan tekrarlıyor. başka bir ot yemek gibi bir derdi yok! gevişini getirdiği ot onu bir hayat boyu tok tutmaya yetecek. yalnız ölmeden önce son kez eşekliğini yapıp çıkarıyor otu ağzından. kendisinden sonra gelen eşekler de aynı otu geviş getirmeye devam ediyor ve o otu hiçbir şekilde sindiremiyorlar. ve bu garip durum yıllarca devam ediyor.. işte size birkaç cümlede koskoca felsefe tarihinin ana meselesi. parmenides de bu sözünü ettiğim eşeklerden. eşek herif, eveledi geveledi iptal etti güzelim golü!

''şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi!''

''hocam, iyi misiniz? niçin birden duraksadınız?''

hoca mı? ne işim var bu sınıfta benim? daha az önce muhtarı, herakleitos'la birlikte hakeme itiraz ederken izliyordum fakat, şimdi! önümde... öylece oturmuş yirmi kadar genç ağzımın içine bakıyor. üzerimde yıllardır arzu ettiğim bir mesleği icra etmenin tedirginliği mevcut. tahta parmenides'le alakalı detaylarla bezenmiş, yazı benim yazım, sınıf benim sınıfım! dalmış olmalıyım yine, uzun süre uykusuz kalmak bana yaramıyor.

''parmenides... batı rasyonalizminin öncüsü sayılabilecek bir adam... kendisini anlamamız için öncelikle özdeşlik ilkesini anlamamız gerek...şeylerin hareket ediyor gibi görünmelerini 'sanı' olarak varsayarak... ve golümüzü vermeyerek...''

iptal edilen golümüz geldi aklıma. herakleitos'un itirazları sonrası kırmızı kart görmesi... iptal edilen golün kararı bahane, zaten parmenides'e bilenmişti pezevenk. bizim muhtar ofsayt osman'a mı dönmüş? çığırıyor; bu da mı gol değil be, ha söyleyin! bu da mı gol değil?!

''çocuklar konumuza dönersek... parmenides varlığa istinaden, tamamen dilsel bir sihirbazlığa sırtını dayayarak vardır demiştir. çünkü eğer olmasaydı o, varlık olmazdı. aynı sihirbazlığı yokluk üzerine konuşurken de yapacak. yokluk, yoktur diyecek. çünkü eğer var olsaydı biz ona yokluk değil varlık diyecek idik. bu arada yokluk ile söylemek istediğim...''

''yokluk burada ulan, cüzdanına bak hıyarağası! cep delik, cepken delik, aklı gidik! giydiğin kıyafete, üstüne başına dön de bak! sıçtırma parmenides'e de mantığa da!''

''murat? senin ne işin var derste?''

nasırlı elleriyle sağlam bir asıldı suratıma. kir ve pas içerisinde kalmış bir tulum giydiğimi farkettim o an. omuzlarımdan tuttu, sarstı beni.

''yokluk yokmuş, nah yok! bundan âlâ yokluk mu var? uyansana ulan!''

kan ter içinde fırladım yerimden. bir işçi servisinin arka koltuğunda, sağlam sızmışım. murat, kızgınlıkla bana bakıyor.

''bu nasıl uyumak be kardeşim, hepi topu yarım saat yol geldik, asırlık uyudun. kalk artık, ne görüyorsan rüyanda!''

öğlene doğru çalışmaktan kömür karası olacak yüzüne baktım. sanki ahvalim çok farklıymış gibi. bazı şeylerin neden şu veya bu şekilde değil de özellikle bu şekilde olduğu sorusuna kafa yorardım hep. imkanlar mesela, yoksulluk yahut. bir felsefe öğretmeni olmayı tahayyül ediyordum. öğrencilerimle bir tutam ot meselesiyle alakadar olup eşeklik edecektik. yaşamımın başka bir yönde seyretmesi pek kabul edilir değildi. muhtarı da sosyolojiye yakıştırırdım hep. tam bir insan sarrafı olmakla beraber birine kafa atmadan önce attığı kafanın buna değip değmeyeceğini, kimlere niçin kafa atılması gerektiğini ve dünya üzerinde atılan kafaların seyrüseferini bilen bir adamdı. şehir görmüş adam, benim gibi köylü de değil. hasılı, on dört milyarlık bir şehirde hayatta kalan bir adamın sosyolojiden anlamaması kabil değil. ancak, bu bir rüya neticede. şimdi ben mevsimlik işlerde ırgatlık ediyorum, o tekstil işinde. kot ceket biçiyor.

''sorma birader, uyuyamadım dün gece! ondan olacak iyi sızmışım, fena bir kabus gördüm.''

''ne oldu yine?''

''şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi!''

7 Ağustos 2020 Cuma

hazreti isa, spinoza ve ben; bunları haketmedik


-hazreti isa

''size söylemediler mi, ben küfürlerin aziziyim!''

kulakları sağır eden bir uğultu; ağlama sesleri, bağırışlar. boynuna asılı yük ağır geldi, sendeledi. bir adım atacak takati dahi kalmamıştı. sırtına aldığı kırbaç darbesi ile yere yığıldı. ayağa kalkmayı denedi, başaramadı. gürültü başını döndürmüş, etrafındaki karmaşayı anlamlandıracak mecali kalmamıştı. bir hışımla tekrar ayağa kalktı. hala sendeliyordu. bir tarafta ahalinin öfkeli bağırışları, bir tarafta sevenlerinin sessiz hüznü arasında annesini duymaya çalıştı. öfkeli kalabalığın küfürleri mitralyöz mermisi gibi beynine işliyor, her yediği kurşunda bir öncekinden daha güçsüz düşüyordu. diz çöktü, sırtındaki ağırlık ile birlikte alnını yere dayadı. kendini tekrar ayağa kaldırabilecek bir mecal aradı, bulamadı. gözlerini yukarıya dikmiş etrafta olan biteni seyrediyordu. uzun sakallı, zayıf bir adam kolundan tuttu, yürümesine yardım etti. döndü ona, gülümsedi sonra...

avucunun içindeki paslı çiviye baktı. susamıştı. güneş, göz kapaklarını ağrıtmış, başı gövdesine ağır gelmeye başlamıştı. uzun saçlarının göğsündeki yaraya yapıştığını hissetti. inlemek, ağlamak istedi, meydanda bekleyen kalabalığın gözlerindeki hüznü gördü; utandı. annesiyle göz göze gelmemeye gayret ediyordu. kafasını çevirdi. susuzluğunu giderecek hayaller kurmayı denedi, avuçlarındaki acı buna engel oldu. omzunun üzerinde uzanan derin vadiye baktı, ağlıyordu. göz yaşlarıyla ıslanan çorak dudaklarından iniltiye benzer son bir ses çıkardı;

''tanrım, tanrım beni neden terkettin?''

-spinoza

''insanlar, bize zarar verdiklerinden değil; yaptıkları haksızlıklarla ruhumuzun ışığını söndürüp içimizdeki kötülüğün başkaldırmasına sebep oldukları için korkunçlardır.''

kare şeklinde dikenli tellerle çevrilmiş, tahta penceresinden sızan gün ışığına baktı. bel hizası masasının üzerinde mercekleri yonttuğu bir makine ve paslı bir bıçağı vardı. uzun süre oturduğunda belini ağrıtan, epey alçak bir taburede duvara yaslanmış, birkaç gün önce karaladığı notlarını gözden geçiriyor, aklına gelen ufak detayları temiz kağıtlara çekiyordu. bir süredir yaşadığı göçebe hayat, onu fazlasıyla yormuştu. yonttuğu merceklerin tozu andıran ufak cam kırıklarını yutmaktan bitap düşen ciğeri, nefes alırken göğsünün sancımasına neden oluyordu.

günlerdir rutubet kokan bu kasvetli odasından çıkmamıştı. karnı acıktığında odanın aşağısında bulunan mutfağına kadar iniyor, birkaç atıştırma sonrasında tekrar odasına dönüyordu. zaten yemek yeme ile alakası yaşamını idame ettirecek kadardı. ötesini lüzumsuz olarak görürdü. elindeki sayfanın son satırına geldiğinde, uzunca süredir oturmasından kaynaklanan belinin acısını duyumsadı. ellerini dizlerinin üzerine koyup kendi vücudundan güç alarak ayağa kalktı ve çerçevesini tahta kurtlarının afiyetle eskittiği, sararmış penceresine doğru ilerledi. göz hizasındaki uzun, yeşermiş ağacın rüzgâr karşısında yaptığı salınımı seyrederek içinden geçirdi:

''tanrım; zihnim, sonsuz idrakinin bir parçası. seni anlamam için bana yardım et.''

-ve ben

''leyse fi cubbeti sivallah: cübbemin altında allah'tan başkası yok.''

ve işte şimdi bir yurt odasındayım. oysa birkaç gün önce buradan ayrılırken, bir daha hiç geri dönmeyecek olmayı ümit ediyordum. ancak bu ümit, son iki senedir her defasında olduğu gibi tekrar buraya dönmüş olmamla son buldu. kapının önünde sigaramı yaktım; allah'ına kitabına sövüp saydığım... tezcan karşıladı içerde, güzel kardeşim benim. muhtelif yerlerde dostluğun edebiyatı üzerine birçok kelâm ile karşılaşmışsınızdır. ekserisi, dostun hakikisini birlikte yemeyle özdeşleştirirler. dost mu? yediğin, içtiğin, konuştuğun, görüştüğün ayrı gitmeyecek! güzel hikâye... farazi mi demeliyim yahut masal? dost, o yıllarda benim nazarımda birlikte yemek değil dayak yediğin kimseydi. tezcan sıskadır, kambur görünür ama gözü pektir, geri vites yok hıyarda. sözlü bir tartışma yaşadığım ortama uçarak girmişliği var. ufak bir sürtüşme üzerine konuşma yaparken kendimi hararetli bir kavganın ortasında buluvermiştim. o gün çok temiz dayak yedik, ertesi gün nedenini sorduğumda 'aga, sen elini kaldırınca işaret verdin sandım' demişti. böyle de temiz delirmiş herif. bu dayak bana hayatımda ilk kez gerçek bir dostum olduğunu hissettirdi. yaşım on üç, lisenin başı. anne, baba, kardeş yok ama tezcan var! hala var, eksik olmasın.

hırsızlık olmuş, ne hacet! yahut nasıl cesaret! çaldığı şey üç kuruş, bir patatesli poğaça iki latte. vizyonsuz haydut bizimki. uğruna dayak yiyeceğimiz merete bak. böyle söyleyince komik geliyor lakin, bizim dayakçı birliğinin etik prensipleri gayet tutarlı. bir milyon dolar çalmakla, iki latte çalmak arasında bir ayrım gözetilmiyor. potansiyel görülen suçlulara aynı ayarda dayak atılıyor. her zamanki gibi eğer ortada bir suç ve bundan dolayı da fişlenmesi gereken bir suçlu var ise, işte o biziz! çömezler! evden yeni geldim, nasıl hırsızlık yapayım bile diyemedim. haber geldi, üst kata bekliyorlarmış. bu duyguyu size pek az şair yaşatabilir dostlarım. biraz sonra dayak yiyecek olmanın getirdiği korku, suçsuz yere dövülecek olmanın yaşattığı mağrurluk hissi, kaçıp gitsem düşüncesindeki suçluluk, yakalanırsam daha çok dayak yerim endişesi. birçok şeyi ekleyebilirim bunlara. onlarca farklı duyguyu aynı anda yaşamanın tadı bi' acayiptir. tüm boktan hisler bir arada -ve ben varım. ümit yok mesela, huzur yok, mutluluk yok, aile yok, cesaret desen ona keza. dostlar var lakin, gerçek ailem onlar artık; tezcan, murat, yunus ve diğerleri. peder beyler evdedir, gelemez. dokuz-on sıraları. televizyon başında diziye tutulmuştur muhtemelen, valide baş köşede. çay doldurur, gider gelir sıklıkla. pederin ağzında demir var, çayın sıcaklığı karşısında herhangi bir menfi tutumda bulunmaz. içtikçe içer. yazık annem de çay doldurmaya bıkar, söver arada. biraderler odalarında takılır, dolu vakitten haberi yoktur ibnelerin. çok defa evde boş oturanı allah sevmez diye direttim ama pek faydası olmadı. belli ki gençler arasında allah falan da pek muteber değil. sakalımız yok ki sözümüz dinlensin sözünden yola çıkarak... pek muhterem büyüklerimiz bu duruma yol açmamak için olsa gerek senelerce allah mefhumunu sakallı dede diye yutturdular bize. biz de sözdür, sakallıdır deyip dinledik işte.

üst kata yaklaşırken kulağımdaki çınlamaya hakim olamıyorum. ah bu hastalık. birkaç aydır yakamda, bırakmıyor. ilk tepkimi hiç unutmam; ''biri beni andı sanırım.'' şimdi geriye dönüp baktığımda bu tepkim epey komik geliyor. nasıl bir anmaysa, on yılı aşkındır bıkmadı gitti. büyük ayıp etmiş olmalıyım muhatabıma. biraz düşününce aklıma birkaç itlik geliyor ama o kadar kin beslememiştir diye teselli ederken buluyorum kendimi. tinnitus, bitmeyen ıstırabım! bir önceki ameliyatımda doktordan kulak zarlarımı almasını istemişim. böyle bir şeyin mümkün olmadığını, mümkün olsa dahi çınlamanın geçmeyeceğini söylemişti. o günden beri müsait bir yerde kafama sıkmanın hayallerini kuruyorum fakat çınlamanın kafamdaki yerini belirlemem gerek; bu gürültü geçmeyebilir zira! öyle bir hissiyatı var. bu illet ki çoğunlukla başınıza gelenlerin hiç geçmeyecekmiş gibi hissettirmesiyle yarışır. 'zaman karşısında direnen nicesi olur!' duyguların da yaşarken ölmek gibi garip huyları var. asla mezara götüremeyiz onları. kefenin cebi yok. gözlerini fezaya dikmiş bir ölüye dikkatle bakanlar anlayacaktır dediklerimi. duygu yoktur orada; ümit, korku, mutluluk, neşe, hüzün, elem, keder, gam, gussa... hiçbiri. yalnızca bir simadır gördüğünüz. arınmış bir sima. onlara baktığımızda kendimizi kötü hissetmemizin nedeni bu olsa gerek. duygusu olmayanın varlığı rahatsız ediyor bizi, içimize işliyor. lakin bu gürültü öyle mi, susmuyor. hiç bitecekmiş izlenimi vermiyor bana. bitmek bilmeyen, sonsuz, kuru gürültü. toprağın altında bu gürültüyle yatmak istemem. insanoğlu, yaşamını mutlak bir gürültü içinde geçirdiğinden olsa gerek, ölümü bir sessizlik olarak tahayyül etmiş. bu bana yaşlandıkça insana zuhur eden bilgeliğin, ölüm ile ilişkisini düşündürtüyor. antik yunan'da karşılığı şu; hiçbir şeye aldırış etmeme, hiçbir şeyden etkilenmeme ve her şeye kayıtsız kalma ile birlikte gelen ruh dinginliği, sükûnet hali. ataraxia: sonsuz kayıtsızlık! pyrrhon ve öğrencileri bilgeliğin sınırlarını böyle tahsis etmiş.  kullandığım ilacın ismine mülhem. ölüm, nihai bilgelik... allah, yatanı gürültüden uzak etsin. bir de şu odadaki gürültüden... dahası, doktor ameliyattan sonra uzunca bir süre kafamı darbelerden korumam gerektiğini belirtmişti. kafaya sıkma işi sakat anlayacağınız, kurşun dediğin darbenin alâsı. ameliyatın taksiti de bitmedi. bu iş çoktandır, boş bir hayal ya, neyse. bari doktor şuan dayak yemeye gittiğimi bilseydi.

kapıyı tıklatıp içeriye girdim, epey kalabalık. hırsızlıktan haberi olan bütün ahali bu cümbüşe teşriflerini sunmuşlar. çömez kardeşlerim de burda, dizilmişler yan yana. en sonda yine tezcan, beni bekliyor. yanında yerimi aldım. peki ya şu üst sınıflardan müko ve küçük. çekirdeğini almış herif, aksiyonu izleyecek. soldan itibaren sırayla sorular soruluyor. sen mi çaldın? dün gece neredeydin? kiminle beraberdiniz? herkese aynı tarife! şanslı olanlar nadir gelen farklı bir soruyu cevaplama şerefine nail oluyor. soruya muhatap olanın ömrü; azami üç yanıt. ekseriyetle ikinci ya da üçüncü yanıtta suratına aldığı tokat ya da yumruk darbesiyle ya yere düşüyor ya da arkasındaki dolaba sertçe çarparak bir darbe daha yiyor. sol tarafıma pek bakmamaya çalışıyorum ancak epey sıra var. başlarda yerimizi alsak şimdiye dayak yemiştik diye düşünmeden edemiyorum. tezcan da öyle düşündüğünden olsa gerek, çok beklettin beni der gibi bakıyor. ilk sıradaki için motivasyon kaynağı 'aradan çıkalım da sonrasına bakarız' iken son sıradaki için çoğunlukla bu 'bize sıra gelene kadar belki bir mucize gerçekleşir' oluyor. o bekleyişi unutamıyorum. solumdakiler bir bir düşerken tek moral kaynağım, derdimi anlatabilirsem sarsıntılı bir yumruktan kendimi kurtarabilirim üzerineydi. tezcan tokattan nasibini alınca kendimi anlatmaya hazırlandım. o an bunun mümkün olacağına dair inanca nasıl ulaştım, gerçekten bilmiyorum. hilkat garibesi sığır önüme geçip ilk soruyu sordu. cevabımla birlikte derdimi anlatmaya başladım. elini kaldırıp 'kes lan orospu çocuğu' dediğini anımsıyorum.

-o haydut latte çalar, tezcanla ben ağlaşırız...-

hala geyiğini yaparız tezcanla. seneler geçti. dayağın da böyle bir kudreti var. o esnada hayatının en berbat günlerini yaşıyor olmaktan acı çekiyorken yıllar sonra bu, dostlarınla geyiğini yaptığın bir mizah unsuru oluveriyor. bu dayağın bir de hikmeti var. gururlu yenilen dayaklar var, gururla yenilen dayaklar var. bizimkinin travma olması ilk sebepten. gururluyduk neticede. suçsuz olmanın gururu. insan küçük bir iftiranın bile yıllarca acısını çekebiliyor, biz bir de dayağını yemişiz! ikinci sebepten olanı da görmedik değil. gururla yedik neticede. dayak fena değildi ama biz de iyi dövüştük demenin gururu o da. insan hak ettiğini düşündüğünde dayağı kendisine hak olarak görebiliyor, önemsemiyor onu. 

tuvalette ağzımdaki kanları ağlayarak sildiğim ana gelene kadar geçen süreçte neler yaşandığına dair hiçbir fikrim yok. üzerinden yıllar geçmesine rağmen yeni ayrıntıları hatırladığım oluyor fakat o ana dair hiçbir şey bilmiyorum. mescite indim o gece. kulağımdaki çınlama tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştı. yerde sadece bir halı bulunan o mescitte, yastıksız, yorgansız; ellerimin arasına bitmek tükenmek bilmeyen bir gürültüye gebe başımı alıp duvara vura vura uyuyakaldığımı biliyorum. ve duvara vurduğum her kafa darbesinde de dudaklarımdan dökülen ve bugün dahi yalnız ve tek hakikat olarak benimsediğim o cümleyi aklımdan asla çıkarmıyorum;

''vallahi allah'tan başka kimsem yoktur.''

9 Haziran 2020 Salı

mavera

Sen bakışı bir çocuğun bakışları kadar temiz, sen kalbi ay ışığı kadar aydınlık olan bir insansın. Fakat ben seninle dahi kurulacak bir saadeti bir başkasının ıstırabı üzerine kuramam. Saadetin imkanı, ikimizin aynı anda mutlu olabileceği bir evreni kabul etmiyor. Yüzünün gülmesine tanık olduğum bütün senaryoların başrolünde elem ve kederi oynuyorum. Ne güzel bakmaya başladın bana. nefesimi çeviremiyor, ellerimin terlemesine hakim olamıyorum. Yazgıma ihanet ettiğim ve aynı anda bahtiyar olmamızın mümkün olabileceğine dair kurduğum muhayyilenin henüz hala hakikat göründüğü zamanlardan birinde, sesini duyurmak için koluma temas ettiğini anımsıyorum. O gün duş alırken suyun ne kadar kirli olduğunu düşünmüştüm. Yeryüzünde o ana değin nice mahlukatı, haddizatında en aşağısından başlayıp mertebelerin en yücesine kadar türlü beşeri ayırt etmeden; yaşamasını mümkün kılarak, çorak bir dağ yamacının altından çağlayan yahut bir buzul kayasının içerisinde çözünmeyi bekleyen bu ab-ı hayat mefhumunun lezzetine gülünç tarifler eklemiştim. HAŞ iki O, bir sen, bir de ben Salak Osman; eder 4!

Ben sevmekle yaralanmış bedbaht bir adamım. Hakikat, duyarsız bir iskelet... Sevmek adına şahit olduğum tüm zulümlerin, yalnızca insan doğasının bir işleyişinden ibaret olduğunu anlayalı çok zaman olmadı. Bunun ayırdına ilk vardığımda, -ki bu aydınlanma, kasvetin yerini uzunca sürecek bir rahatlamanın almasına yakın bir zamana denk gelir- yürüdüğüm yolda buzdan bir kayaya çarpmışçasına duraksadığımı anımsıyorum. Bütün vücudum birkaç salisede bir saman alevi gibi tutuştu ve bu yanma yerini usul bir titremeye bıraktı. Hakikat dediğimizin alametifarikası işte tam olarak böyle bir illet olmasında saklı. hakikat, sizi eğer bu hale getirebiliyorsa; tüm çıplaklığıyla zihninize, gece yarısı gök gürültüsünden korkan bir çocuğun yorganının altına sığınması gibi kaçacak delik aratıyorsa tanımına layıktır. Bu hayatta eğer deneyimin bir parçası olmak istiyorsanız; ihanetin, zulmün ve başınıza gelen tüm felaketlerin insan ilişkilerinin doğallığından kaynaklandığını anlamlandırmanız ve sinenizi yakan tüm bu illetlerin tekamül adına gerekli olduğunu fark etmeniz gerekiyor. Ben sinesi sevebilmekle yaralanmış bedbaht bir adamım. Ancak sen, bu kadar dolaysız bir tecelli ve böyle bir tecelliye suret verebilmiş hangi yıldız tozu, böylesine bir hakikat olabilir?

4 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tanrı aç kullarına yemek şeklinde tecelli eder diye bir söz okumuştum. Bu sözün sözler içindeki yeri bahsini açtığım o dolaysız tecellinin kendimce en makul açıklamasında saklı. Tecelli et ya Rab!

Bestami'nin bu dünya nimetlerine sırtını dönerek başlattığı bir riyazet anısı var. İlk gün tüm dünya nimetlerine yüzünü çeviren hazretleri, ikinci gün de öteki dünyaya ait her şeyden, cennet ve ebedi saadet umudundan ve cehennem korkusundan kendisini azat ettiğini ilan ediyor. Üçüncü gün kendisine ihtiyar bir adam olarak tecelli eden Tanrı, Bestami'ye kulum dile benden ne dilersen diyor da Bestami Hazretleri ''Ben senden hiçbir şey istememeyi istiyorum ya Rab!'' şeklinde karşılık veriyor. Bestami'nin arifliğin ve pîr olmanın bahşettiği kararlılığı şöyle dursun, ben yalnızca senden uzaklaşmayı içeren riyazetime dahi çok defa sadık kalabilmiş değilim. Onun bu zihni olgunluğa erişmesi defalarca yanmasından mütevellittir, kuşkusuz. Ancak senden vazgeçebilmek terbiyesi mi? Ben senden vazgeçmemek için, kendinden vazgeçmiş bir adamım.

2 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Demek ki kederliyim. İçinde bulunduğum bu ahval ve şeraitte kendime veryansın etmekten başka bir hal çare bulamıyorum. Her defasında gözlerine tesadüf edebilmek için riyazetime ihanet ettiğim vakitlerde yahut yürüme ihtimalinin bulunduğu yollarda volta atarken kendimi sana bir o kadar uzak ve karanlık bir meskenin ahalisi olarak buluyorum. Bu halimle ancak Camus'un Sisifos'u olabilirim. Dağın zirvesine değin yuvarladığım, canla başla zirveye taşıdığım o sert ve büyük kaya zirveye varmaya yakın bir anda başladığım yere geri yuvarlanıyor. Ve ben her seferinde yeniden o kayayı zirveye çıkarabilmek için çabalıyor, vaktimin tümünü bu beyhude uğraş için seferber ediyorum. Camus yaşam koşuşturmacasının bir betimlemesini yaptığı bu uğraşa dair sorulacak yegâne felsefi sorunun, yaşamın bunca zahmete katlanmaya değecek tıynette olup olmadığı üzerine bir tartışma başlatıyor. Benim nezdimde ise bu canhıraş koşuşturmaların felsefi alt metni, sana değecek olması ümidi. Ne kadar anlamsız şey; ümit etmek! En az zirveye kaya yuvarlamak kadar beyhude bir uğraş. Bilhassa acz tutan kimselere haiz bir hastalık bu! Ve onun öz çocuğu, aşk! Seven hastadır, hastalığı seven de ona tabi. Neyi bekliyorum? Hiç gelmeyecek olanı mı? Godot belki? Gelmeyecek olana katiyetle bağlıyım. Beşerin tabiatında böyle bir zaaf vardır. Gelecek olan; aynı zamanda hiç beklenmeyecek olandır da. Gelmeyecek olana arzumuzu ise ısrarla diri tutmayı yeğleriz! Ademoğlunun kara yazgısı bu. Adına ne derseniz deyin; Tanrı, evren, kader, nedensellik yahut kilk-i kaza! Hiç fark etmez. Ademin alnına incelikle işlenmiş bu; beklemek!  Şifası olmayan bu hastalar, aşığını bekleme gafletiyle oyalanadursun; Tanrı bu hastalıktan mustarip olmayanlara da aklını kaçırmasınlar diye mehdiyi bekleme görevi tahsis etmiş.

3 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Yeryüzünde hiçbir insan evladı görülmemiştir ki bir başkasının şahit olunca güldüğü bir olayı göz yaşlarını akıtarak deneyimlememiş olsun. Yeryüzünde hiçbir insan evladı görülmemiştir ki bir başkasının göz yaşlarını akıtarak deneyimlemiş olduğu bir olaya gülerek karşılık vermemiş olsun. Ya rab! Yeryüzünde gözlerinin yaşları dudaklarında kuruyan hiçbir insan evladı görülmemiştir ki bunun sebeb-i mahiyeti aşk olmasın!  Şayet eğer etrafında aşk acısı yüzünden kavrulmamış ve geçmişi de bir o kadar parlak bir insan evladı görürsen merhamet ederek bak ona, çünkü gelecekte en çok o yanacak! Şayet etrafında aşk acısı yüzünden yanmayıp tek bir göz yaşını dahi bu uğurda dökmeden bu dünya hayatını kemâle erdiren bir insan evladı görür isen acıyarak an onu! Çünkü cehennemde en çok o yanacak.

5 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Ben dünyanın en mutlu adamıyım. Yeryüzünde o gözlere bu kadar uzun süre bakmaya cesaret edebilecek başka bir insan evladı daha yok. Bakmaya başladığım ilk andan itibaren iğne deliği göz bebeklerinde izlediğim tüm senaryolarda kendimin kahramanıyım. Mehdi miyim yoksa Mesih mi? Bu saatten sonra karlar üzerinde emekleyerek de olsa, bir ağaç kabuğunu tırnaklarınızı kanatarak yontacak da olsanız, katılın bana! Tüm dünyayı adalet ve iyilikle dolduracak gücü buluyorum kendimde, inanın! Mehdi ismiyle müsemma. Aptal kimseler, hayatlarının bir düzene girebilmesi için mucize beklemeye meyillidirler. Oysa kendimin kurtarıcısıyım ben. Yıllarca beklediğim mucizenin tarifini gözlerinden okumuşum hem de...

3 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Ben dünyanın en bedbaht adamıyım. Yeryüzünde o gözlere bu kadar uzun süre bakıp da içinde kopan tufandan sağ çıkmayı başarabilecek tek bir insan evladı daha yok. Oysa şimdiden Ararat dağlarında bir deniz feneri vazifesi görüyorum ben. Nuh'u gözlüyorum!
Tecelli et ya Rab! Ben dünyanın en muğber adamıyım. bedbaht, muğber! Yeryüzünde o gözlere bu kadar uzun süre bakıp da dudaklarına veya tenine temas etmemekten acz olmayacak, böylesine vahşice bir ölümü deneyimlemeye cesaret edebilecek tek bir insan evladı daha yok. Vaktiyle böyle bir ölümü deneyimleyen bir mezar sahibi varmış, mezar taşının üzerine de dünyanın 'en mutsuz insanı' yazmışlar. Meraklıları, mezarın sahibini bilme isteğinden olsa gerek mezarı kazıp bakmış, bir de ne görsünler: Hiçbir şey! Bomboş bir mezar. Tanıklar, ''Vah ki ne vah, demek ki mezarda da huzur ve sükûnet bulamadı!'' demekten kendini alamamış. O bedbahtın ruhu hala ortalıkta dolaşır, huzursuzca! Böyle bir mezara bir de ben sahip olmalıydım.

2 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Gerçekleşmesi kesin olan bir şey için dua etmemek gerek. Çünkü olması zorunludur, vaciptir. Tam tersine nispetle, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeye de dua etmemek gerek, çünkü olmaması zorunludur, mümtenidir. Edilecek duanın akla, mantığa, hakikate bir saygısı olmalı. Bu da mümkîndir. Ancak duaya hudut çizmek, ne haddime! Hudutsuzum ve 'saatlerce dayak yemiş bir sanık' gibi ürpererek çözülüyorum. Seni seviyorum ve seni ancak ben bu kadar güzel sevebilirim. Kaçır şu gözlerini, beyhude cevr etme bana!

Ve daha kaç dakika sürecek bu karanlığın ve aydınlığın tükenmek bilmez savaşı?! Burda az önce, kimsenin -ve dahası evet bu kimseye sen de dahilsin- bilmediği, bu içimdeki enginlere sığmaz coşkunluğumla; -böyle söylediğime de aldanmayın lütfen- sadece o değil bütün dünya bu durumdan bîhaber ve belki de mustaripken, oturuyordum, kaygısızca! Bir psikoloji deneyinden bahsedildiğini hatırlıyorum. Arkadaşlar arasında sıkça yaşanan durum, bir şekilde sohbet muhtemelen doğru bile olmayan böyle gereksiz ve bir o kadar dikkat çekici eğlencelere çevrilir. Dediler ki, karşı cinsin göz bebeklerine, başka hiçbir yere gözünü çevirmeden tamamen odaklanarak on dakika kadar bakabildiğinde artık onun içinden geçenleri hissedebilirsin ve dahası istersen sohbet dahi edebilirsin! Deneyin arkadaş sohbetinde bu kadar makul bulunması yetmezmiş gibi bir de kurban olarak ikimizin seçilmesi, bilmiyorum! Belki Tanrı'nın bana küçük bir hediyesi belki de sana olan hislerimi dışarıdan fark etmiş olacak, müstehzi bir dost. Söylediklerimin ne kadarını anladı acaba? Ufak göz kırpmalarının hepsini bakışma boyu kendi göz kırpmalarıma sabitledim. İnsan, -hele de gözlerini senin gibi bir varlığa dikmişken- karanlıkta kalmamalı. Şu ana kadar altı kez normalden uzun süre karanlıkta beklemek zorunda bıraktın beni. Belki de bu bekletmelerin onun dilinde mânâsı, evet seni anlıyorumdur! Belki de...

Ah ne kadar anlamsız şey, ümit etmek! Acaba o nelerden bahsetti bana? Hay Allah, o kadar dilim çözülmüş ki kızın konuşmasına dahi fırsat vermedim.  Belki duymadım, belki de hiç konuşmadı bile. Hayır, hayır; muhakkak ki deney, yalnızca anlamsız bir bakışmadan ibaret olmalı. Birbirine bu denli yabancı iki kelime zor bulunur: Sen ve anlamsız! Yahut iki zıt kelime: Bakışma ve anlamsız! Göz göze gelmek ancak seninle olduğu vakit bu kadar mânidarken hem de. Lugatta tanımı var, arz ediyorum! Mütenakız: Anlamsız bakışlı kız!

Kaç saniye sürdüğü bilinmeyen uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Bu sefil iştiha, bu kudretli nazar! Bu sahnede mücadelesini verdiğim var olabilme dirayeti! Bir kafede oturmuşum ve yıldız tozu nazariyesi karşısında kendim olmamak için savaş veriyorum. Güneş olup kendimi ısıtamıyor, yağmur olup kendime yağamıyorum. Üstelik, toprak da olsam örtemem üstümü! İki aşık -yani benim hayalimde sen ve ben-; birbirine yaklaştığında, dudak dudağa yahut cinsel bir temas anında, birinden çıkan nefes diğerinin aldığı nefes olduğunda yek ve yeksan olur. Beni bu kadar karanlıkta koyma yoksa benden ancak yer ve yeksan olur.

''Ben gelecekteki hayallerimden bahsettim sana, biraz da güzel dileklerimden. sonra biraz karamsarlaştım. Ölen çocuklardan, dayak yiyen kadından, asker oğlunu bekleyen analardan. Belki deney doğrudur diye de birkaç kez sana seslendim. Sence sohbet edebildik mi bakışırken? Peki ya sen? Sen neler söyledin bana?''

Hay Allah, ne güzel şeylerden bahsetmiş kızcağız. Hisli kızmış, kendini hâkir görmüş; dünyanın çekilmez halından dem vurmuş. Güzel dilek diye de eklediğine göre dünyasının etrafını çitle çevirmemiş olmalı. Ne kafasızım! Şimdi durup geriye baktığımda oturup dinlesem, bir ihtimal bazı söylediklerini anlayabilirdim diye düşünüyorum.

Bu bakışmanın benim nezdimde ne kadar sürdüğüne dair hiçbir fikrim yok. Arkadaşımın süre bitti demesiyle birlikte, onun yüzünde güller açtığını anımsıyorum. Ancak, o gün orada bulunan herkes, o kafeye iştirak eden ve dost meclisinde hasbihâl türküsü tutturmuş her bir fert, tüm şehir, o gün ve o anda dünya üzerinde olup da benim gibi karanlığa maruz kalmamış her bir beşer, hatta tüm vücut ve tüm kâinat, benim mahvolmama tanıklık etti. Yıllarca etkisini atamayacağım o on dakikalık bakışmada çarmıha gerildim ben. İhanete uğradım. Dehşetin ve paniğin tüm çıplaklığını birkaç saniyede bütün vücudumda, her bir saç telimin, kollarımın ve göğsümün üzerinde, kabus dolu bir gecenin sonunda üzerime çökmüş karabasanın lütfuna sığınıp af dilemek gibi bir acizliğin ağırlığıyla mücadele ederken, her zerremin ve dahası tüm gözeneklerimin birer birer yanmasıyla hissettim. Tanrı'nın bütün eylemlerini, kâinatın altı günlük doğum sancısını, Adem'den Muhammed'e değin süregelen insanlığın acı ve cevr ile dolu hikayesini izledim. Tüm varlık aleminin ainesi bir bir gözümün önünde cereyan etti. Benimle birlikte ''Kûn'' dendi kâinata, benimle birlikte yerden bitti tüm nebat alemi, benimle birlikte ademe evrildi tüm bilinçsiz mahlukat. Tevrat, kâinatın hikayesinde ''Başlangıçta kelâm var idi.'' diyor. Logos, söz yani Tanrı'nın yasası. Kelâmın bu müphem sırrı senin nazarında çıktı ortaya. Anladım ki kelâm senin için, yasalar sana hasıl, bütün güzel sözler senden dolayı. Seni tanımlayabilecek tüm güzel sıfatlar, isminin yerini tutmaz dediğim zamir, ikimizi bir araya getirememiş bir bağlaç, yüklemim, özne olarak ben, ademe eşyanın muhteviyatını öğreten Tanrı'nın sebeb-i mahiyeti. Her şey sen, sen!

''Ben mi? Ben hiçbir şey anlatmadım ki. Seni dinledim sadece!''

4 Haziran 2020 Perşembe

lazım gelen kurşunları göğsümde yumuşatmışım

öncelikle;
muhtarın yazısı için tıqla

aşağıdaki yazı bana sıkılan kurşunu göğsümle yumuşatmam üzerinedir, cüzi miktarda küfür ile bilenmiştir. vay ben hedefini bulmayan kurşunun yolunu sikeyim!

iş bu blogun 'ne ahiri uzundur ne de evveli ömrümün, sükuneti mi kaldı hengamede şu bedbaht gönlümün' temalı bu yazısında söz konusu yazar, muhtarına golü getirecek bir takım ortalar açmaktadır.

https://www.youtube.com/watch?v=vvSHpxwxVkM

-tecrit pilavı-

varoluş, irrasyoneldir. varoluş, anlamsızdır. varoluş saçmadır. nasıl oluyor da anadolu'nun ücra bir köşesinde doğup büyüyen ümmül kitab'ın piri aşık veysel ile soren kierkegaard, birbirlerinden farklı coğrafya ve farklı zamanlarda bu kadar aynı dilden konuşabiliyorlar sorusunun cevabı işte bu absürtlükte saklıdır. hayat, insanı kendi benliğine dönmekten alıkoyan türlü meşgaleler ve sıkıntılar etrafında şekillenir, ancak tüm bunlara rağmen yaşamaya değerdir. vay ben keyfimin kahyasını sikeyim!

yeri gelmişken bahsedelim. bazı sıkıntı türleri;
1- geçim sıkıntısı
2- can sıkıntısı,
3- iç sıkıntısı.(opsiyonel)
4- amınakodumun sıkıntısı

ilkinin varlığı, ikinci ve üçüncüsünün oluşmasına izin vermez. ilkinin yokluğu, ikincinin varlığı felsefenin oluşmasına imkan verir. felsefenin doğması hususunda üçüncü madde opsiyoneldir. ilk iki maddenin yokluğu ve üçüncünün varlığı yahut yalnız ikincinin varlığıyla psikoloji ilgilenir, öyledir ki bu elzem görevi icra etmeleri için tanrı psikiyatrlara müteahhit muamelesi yapmıştır. ilk maddenin yokluğu ve devamında gelen diğer iki maddenin varlığı sanata, ilk üç maddenin tümden varlığı ise zanaat ve ziraata zemin hazırlar. filozof ve sanatkarı bu noktada zanaat ve ziraat erbabından daha çekici kılan unsur; 'fakirin karnı doyunca siki kalkar' mefhumundan hareketle anlaşılabilir. son olarak, eğer ilk üç maddenin tümden olmadığı ferdiyetler grubuna dahilseniz, tebrikler, dördüncü madde sizsiniz!

-yirmi üç yaşın trajedileri üzerine;

geçmişimin yaşanmamış olması gereken detaylarına arkamı döndüm. bu bağlamda yaşantımın götüm ve ardına denk gelen kısımlarını anlamlandırıyor, gözümün gördüğü kısımları -ki bu olabildiğince geleceğim oluyor- ise yaşıyorum. vay ben bu miyop gözümü sikeyim.

''beyhude dolandım boşa yoruldum...
...nice güzellere bağlandım kaldım,
ne bir vefa gördüm ne faydalandım.''

velhasıl dostlar, üzerime kurşun yağdıran bu adamla samimiyetimiz, sanıyorum ki kalu beladandır. haddizatında, bizim işler biraz komik oldu. onun burnu biraz havadaydı, benim de ayaklarım yere basmazdı. aç karnımızla düşünür olmaya kalktık. kimse bize ihtiyaçlar hiyerarşisinde olmamamız lazım gelen yerlerde bulunduğumuza dair bir ikazda bulunmadı. cebimizdeki parayla ekmek almamız gerektiğini de parasız kalınca öğrendik.

vay ben şu dingilin yapacağı piramiti sikeyim!