9 Haziran 2020 Salı

mavera

Sen bakışı bir çocuğun bakışları kadar temiz, sen kalbi ay ışığı kadar aydınlık olan bir insansın. Fakat ben seninle dahi kurulacak bir saadeti bir başkasının ıstırabı üzerine kuramam. Saadetin imkanı, ikimizin aynı anda mutlu olabileceği bir evreni kabul etmiyor. Yüzünün gülmesine tanık olduğum bütün senaryoların başrolünde elem ve kederi oynuyorum. Ne güzel bakmaya başladın bana. nefesimi çeviremiyor, ellerimin terlemesine hakim olamıyorum. Yazgıma ihanet ettiğim ve aynı anda bahtiyar olmamızın mümkün olabileceğine dair kurduğum muhayyilenin henüz hala hakikat göründüğü zamanlardan birinde, sesini duyurmak için koluma temas ettiğini anımsıyorum. O gün duş alırken suyun ne kadar kirli olduğunu düşünmüştüm. Yeryüzünde o ana değin nice mahlukatı, haddizatında en aşağısından başlayıp mertebelerin en yücesine kadar türlü beşeri ayırt etmeden; yaşamasını mümkün kılarak, çorak bir dağ yamacının altından çağlayan yahut bir buzul kayasının içerisinde çözünmeyi bekleyen bu ab-ı hayat mefhumunun lezzetine gülünç tarifler eklemiştim. HAŞ iki O, bir sen, bir de ben Salak Osman; eder 4!

Ben sevmekle yaralanmış bedbaht bir adamım. Hakikat, duyarsız bir iskelet... Sevmek adına şahit olduğum tüm zulümlerin, yalnızca insan doğasının bir işleyişinden ibaret olduğunu anlayalı çok zaman olmadı. Bunun ayırdına ilk vardığımda, -ki bu aydınlanma, kasvetin yerini uzunca sürecek bir rahatlamanın almasına yakın bir zamana denk gelir- yürüdüğüm yolda buzdan bir kayaya çarpmışçasına duraksadığımı anımsıyorum. Bütün vücudum birkaç salisede bir saman alevi gibi tutuştu ve bu yanma yerini usul bir titremeye bıraktı. Hakikat dediğimizin alametifarikası işte tam olarak böyle bir illet olmasında saklı. hakikat, sizi eğer bu hale getirebiliyorsa; tüm çıplaklığıyla zihninize, gece yarısı gök gürültüsünden korkan bir çocuğun yorganının altına sığınması gibi kaçacak delik aratıyorsa tanımına layıktır. Bu hayatta eğer deneyimin bir parçası olmak istiyorsanız; ihanetin, zulmün ve başınıza gelen tüm felaketlerin insan ilişkilerinin doğallığından kaynaklandığını anlamlandırmanız ve sinenizi yakan tüm bu illetlerin tekamül adına gerekli olduğunu fark etmeniz gerekiyor. Ben sinesi sevebilmekle yaralanmış bedbaht bir adamım. Ancak sen, bu kadar dolaysız bir tecelli ve böyle bir tecelliye suret verebilmiş hangi yıldız tozu, böylesine bir hakikat olabilir?

4 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tanrı aç kullarına yemek şeklinde tecelli eder diye bir söz okumuştum. Bu sözün sözler içindeki yeri bahsini açtığım o dolaysız tecellinin kendimce en makul açıklamasında saklı. Tecelli et ya Rab!

Bestami'nin bu dünya nimetlerine sırtını dönerek başlattığı bir riyazet anısı var. İlk gün tüm dünya nimetlerine yüzünü çeviren hazretleri, ikinci gün de öteki dünyaya ait her şeyden, cennet ve ebedi saadet umudundan ve cehennem korkusundan kendisini azat ettiğini ilan ediyor. Üçüncü gün kendisine ihtiyar bir adam olarak tecelli eden Tanrı, Bestami'ye kulum dile benden ne dilersen diyor da Bestami Hazretleri ''Ben senden hiçbir şey istememeyi istiyorum ya Rab!'' şeklinde karşılık veriyor. Bestami'nin arifliğin ve pîr olmanın bahşettiği kararlılığı şöyle dursun, ben yalnızca senden uzaklaşmayı içeren riyazetime dahi çok defa sadık kalabilmiş değilim. Onun bu zihni olgunluğa erişmesi defalarca yanmasından mütevellittir, kuşkusuz. Ancak senden vazgeçebilmek terbiyesi mi? Ben senden vazgeçmemek için, kendinden vazgeçmiş bir adamım.

2 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Demek ki kederliyim. İçinde bulunduğum bu ahval ve şeraitte kendime veryansın etmekten başka bir hal çare bulamıyorum. Her defasında gözlerine tesadüf edebilmek için riyazetime ihanet ettiğim vakitlerde yahut yürüme ihtimalinin bulunduğu yollarda volta atarken kendimi sana bir o kadar uzak ve karanlık bir meskenin ahalisi olarak buluyorum. Bu halimle ancak Camus'un Sisifos'u olabilirim. Dağın zirvesine değin yuvarladığım, canla başla zirveye taşıdığım o sert ve büyük kaya zirveye varmaya yakın bir anda başladığım yere geri yuvarlanıyor. Ve ben her seferinde yeniden o kayayı zirveye çıkarabilmek için çabalıyor, vaktimin tümünü bu beyhude uğraş için seferber ediyorum. Camus yaşam koşuşturmacasının bir betimlemesini yaptığı bu uğraşa dair sorulacak yegâne felsefi sorunun, yaşamın bunca zahmete katlanmaya değecek tıynette olup olmadığı üzerine bir tartışma başlatıyor. Benim nezdimde ise bu canhıraş koşuşturmaların felsefi alt metni, sana değecek olması ümidi. Ne kadar anlamsız şey; ümit etmek! En az zirveye kaya yuvarlamak kadar beyhude bir uğraş. Bilhassa acz tutan kimselere haiz bir hastalık bu! Ve onun öz çocuğu, aşk! Seven hastadır, hastalığı seven de ona tabi. Neyi bekliyorum? Hiç gelmeyecek olanı mı? Godot belki? Gelmeyecek olana katiyetle bağlıyım. Beşerin tabiatında böyle bir zaaf vardır. Gelecek olan; aynı zamanda hiç beklenmeyecek olandır da. Gelmeyecek olana arzumuzu ise ısrarla diri tutmayı yeğleriz! Ademoğlunun kara yazgısı bu. Adına ne derseniz deyin; Tanrı, evren, kader, nedensellik yahut kilk-i kaza! Hiç fark etmez. Ademin alnına incelikle işlenmiş bu; beklemek!  Şifası olmayan bu hastalar, aşığını bekleme gafletiyle oyalanadursun; Tanrı bu hastalıktan mustarip olmayanlara da aklını kaçırmasınlar diye mehdiyi bekleme görevi tahsis etmiş.

3 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Yeryüzünde hiçbir insan evladı görülmemiştir ki bir başkasının şahit olunca güldüğü bir olayı göz yaşlarını akıtarak deneyimlememiş olsun. Yeryüzünde hiçbir insan evladı görülmemiştir ki bir başkasının göz yaşlarını akıtarak deneyimlemiş olduğu bir olaya gülerek karşılık vermemiş olsun. Ya rab! Yeryüzünde gözlerinin yaşları dudaklarında kuruyan hiçbir insan evladı görülmemiştir ki bunun sebeb-i mahiyeti aşk olmasın!  Şayet eğer etrafında aşk acısı yüzünden kavrulmamış ve geçmişi de bir o kadar parlak bir insan evladı görürsen merhamet ederek bak ona, çünkü gelecekte en çok o yanacak! Şayet etrafında aşk acısı yüzünden yanmayıp tek bir göz yaşını dahi bu uğurda dökmeden bu dünya hayatını kemâle erdiren bir insan evladı görür isen acıyarak an onu! Çünkü cehennemde en çok o yanacak.

5 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Ben dünyanın en mutlu adamıyım. Yeryüzünde o gözlere bu kadar uzun süre bakmaya cesaret edebilecek başka bir insan evladı daha yok. Bakmaya başladığım ilk andan itibaren iğne deliği göz bebeklerinde izlediğim tüm senaryolarda kendimin kahramanıyım. Mehdi miyim yoksa Mesih mi? Bu saatten sonra karlar üzerinde emekleyerek de olsa, bir ağaç kabuğunu tırnaklarınızı kanatarak yontacak da olsanız, katılın bana! Tüm dünyayı adalet ve iyilikle dolduracak gücü buluyorum kendimde, inanın! Mehdi ismiyle müsemma. Aptal kimseler, hayatlarının bir düzene girebilmesi için mucize beklemeye meyillidirler. Oysa kendimin kurtarıcısıyım ben. Yıllarca beklediğim mucizenin tarifini gözlerinden okumuşum hem de...

3 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Ben dünyanın en bedbaht adamıyım. Yeryüzünde o gözlere bu kadar uzun süre bakıp da içinde kopan tufandan sağ çıkmayı başarabilecek tek bir insan evladı daha yok. Oysa şimdiden Ararat dağlarında bir deniz feneri vazifesi görüyorum ben. Nuh'u gözlüyorum!
Tecelli et ya Rab! Ben dünyanın en muğber adamıyım. bedbaht, muğber! Yeryüzünde o gözlere bu kadar uzun süre bakıp da dudaklarına veya tenine temas etmemekten acz olmayacak, böylesine vahşice bir ölümü deneyimlemeye cesaret edebilecek tek bir insan evladı daha yok. Vaktiyle böyle bir ölümü deneyimleyen bir mezar sahibi varmış, mezar taşının üzerine de dünyanın 'en mutsuz insanı' yazmışlar. Meraklıları, mezarın sahibini bilme isteğinden olsa gerek mezarı kazıp bakmış, bir de ne görsünler: Hiçbir şey! Bomboş bir mezar. Tanıklar, ''Vah ki ne vah, demek ki mezarda da huzur ve sükûnet bulamadı!'' demekten kendini alamamış. O bedbahtın ruhu hala ortalıkta dolaşır, huzursuzca! Böyle bir mezara bir de ben sahip olmalıydım.

2 saniye süren uzunca bir karanlığın ardından:

Gerçekleşmesi kesin olan bir şey için dua etmemek gerek. Çünkü olması zorunludur, vaciptir. Tam tersine nispetle, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeye de dua etmemek gerek, çünkü olmaması zorunludur, mümtenidir. Edilecek duanın akla, mantığa, hakikate bir saygısı olmalı. Bu da mümkîndir. Ancak duaya hudut çizmek, ne haddime! Hudutsuzum ve 'saatlerce dayak yemiş bir sanık' gibi ürpererek çözülüyorum. Seni seviyorum ve seni ancak ben bu kadar güzel sevebilirim. Kaçır şu gözlerini, beyhude cevr etme bana!

Ve daha kaç dakika sürecek bu karanlığın ve aydınlığın tükenmek bilmez savaşı?! Burda az önce, kimsenin -ve dahası evet bu kimseye sen de dahilsin- bilmediği, bu içimdeki enginlere sığmaz coşkunluğumla; -böyle söylediğime de aldanmayın lütfen- sadece o değil bütün dünya bu durumdan bîhaber ve belki de mustaripken, oturuyordum, kaygısızca! Bir psikoloji deneyinden bahsedildiğini hatırlıyorum. Arkadaşlar arasında sıkça yaşanan durum, bir şekilde sohbet muhtemelen doğru bile olmayan böyle gereksiz ve bir o kadar dikkat çekici eğlencelere çevrilir. Dediler ki, karşı cinsin göz bebeklerine, başka hiçbir yere gözünü çevirmeden tamamen odaklanarak on dakika kadar bakabildiğinde artık onun içinden geçenleri hissedebilirsin ve dahası istersen sohbet dahi edebilirsin! Deneyin arkadaş sohbetinde bu kadar makul bulunması yetmezmiş gibi bir de kurban olarak ikimizin seçilmesi, bilmiyorum! Belki Tanrı'nın bana küçük bir hediyesi belki de sana olan hislerimi dışarıdan fark etmiş olacak, müstehzi bir dost. Söylediklerimin ne kadarını anladı acaba? Ufak göz kırpmalarının hepsini bakışma boyu kendi göz kırpmalarıma sabitledim. İnsan, -hele de gözlerini senin gibi bir varlığa dikmişken- karanlıkta kalmamalı. Şu ana kadar altı kez normalden uzun süre karanlıkta beklemek zorunda bıraktın beni. Belki de bu bekletmelerin onun dilinde mânâsı, evet seni anlıyorumdur! Belki de...

Ah ne kadar anlamsız şey, ümit etmek! Acaba o nelerden bahsetti bana? Hay Allah, o kadar dilim çözülmüş ki kızın konuşmasına dahi fırsat vermedim.  Belki duymadım, belki de hiç konuşmadı bile. Hayır, hayır; muhakkak ki deney, yalnızca anlamsız bir bakışmadan ibaret olmalı. Birbirine bu denli yabancı iki kelime zor bulunur: Sen ve anlamsız! Yahut iki zıt kelime: Bakışma ve anlamsız! Göz göze gelmek ancak seninle olduğu vakit bu kadar mânidarken hem de. Lugatta tanımı var, arz ediyorum! Mütenakız: Anlamsız bakışlı kız!

Kaç saniye sürdüğü bilinmeyen uzunca bir karanlığın ardından:

Tecelli et ya Rab! Bu sefil iştiha, bu kudretli nazar! Bu sahnede mücadelesini verdiğim var olabilme dirayeti! Bir kafede oturmuşum ve yıldız tozu nazariyesi karşısında kendim olmamak için savaş veriyorum. Güneş olup kendimi ısıtamıyor, yağmur olup kendime yağamıyorum. Üstelik, toprak da olsam örtemem üstümü! İki aşık -yani benim hayalimde sen ve ben-; birbirine yaklaştığında, dudak dudağa yahut cinsel bir temas anında, birinden çıkan nefes diğerinin aldığı nefes olduğunda yek ve yeksan olur. Beni bu kadar karanlıkta koyma yoksa benden ancak yer ve yeksan olur.

''Ben gelecekteki hayallerimden bahsettim sana, biraz da güzel dileklerimden. sonra biraz karamsarlaştım. Ölen çocuklardan, dayak yiyen kadından, asker oğlunu bekleyen analardan. Belki deney doğrudur diye de birkaç kez sana seslendim. Sence sohbet edebildik mi bakışırken? Peki ya sen? Sen neler söyledin bana?''

Hay Allah, ne güzel şeylerden bahsetmiş kızcağız. Hisli kızmış, kendini hâkir görmüş; dünyanın çekilmez halından dem vurmuş. Güzel dilek diye de eklediğine göre dünyasının etrafını çitle çevirmemiş olmalı. Ne kafasızım! Şimdi durup geriye baktığımda oturup dinlesem, bir ihtimal bazı söylediklerini anlayabilirdim diye düşünüyorum.

Bu bakışmanın benim nezdimde ne kadar sürdüğüne dair hiçbir fikrim yok. Arkadaşımın süre bitti demesiyle birlikte, onun yüzünde güller açtığını anımsıyorum. Ancak, o gün orada bulunan herkes, o kafeye iştirak eden ve dost meclisinde hasbihâl türküsü tutturmuş her bir fert, tüm şehir, o gün ve o anda dünya üzerinde olup da benim gibi karanlığa maruz kalmamış her bir beşer, hatta tüm vücut ve tüm kâinat, benim mahvolmama tanıklık etti. Yıllarca etkisini atamayacağım o on dakikalık bakışmada çarmıha gerildim ben. İhanete uğradım. Dehşetin ve paniğin tüm çıplaklığını birkaç saniyede bütün vücudumda, her bir saç telimin, kollarımın ve göğsümün üzerinde, kabus dolu bir gecenin sonunda üzerime çökmüş karabasanın lütfuna sığınıp af dilemek gibi bir acizliğin ağırlığıyla mücadele ederken, her zerremin ve dahası tüm gözeneklerimin birer birer yanmasıyla hissettim. Tanrı'nın bütün eylemlerini, kâinatın altı günlük doğum sancısını, Adem'den Muhammed'e değin süregelen insanlığın acı ve cevr ile dolu hikayesini izledim. Tüm varlık aleminin ainesi bir bir gözümün önünde cereyan etti. Benimle birlikte ''Kûn'' dendi kâinata, benimle birlikte yerden bitti tüm nebat alemi, benimle birlikte ademe evrildi tüm bilinçsiz mahlukat. Tevrat, kâinatın hikayesinde ''Başlangıçta kelâm var idi.'' diyor. Logos, söz yani Tanrı'nın yasası. Kelâmın bu müphem sırrı senin nazarında çıktı ortaya. Anladım ki kelâm senin için, yasalar sana hasıl, bütün güzel sözler senden dolayı. Seni tanımlayabilecek tüm güzel sıfatlar, isminin yerini tutmaz dediğim zamir, ikimizi bir araya getirememiş bir bağlaç, yüklemim, özne olarak ben, ademe eşyanın muhteviyatını öğreten Tanrı'nın sebeb-i mahiyeti. Her şey sen, sen!

''Ben mi? Ben hiçbir şey anlatmadım ki. Seni dinledim sadece!''

4 Haziran 2020 Perşembe

lazım gelen kurşunları göğsümde yumuşatmışım

öncelikle;
muhtarın yazısı için tıqla

aşağıdaki yazı bana sıkılan kurşunu göğsümle yumuşatmam üzerinedir, cüzi miktarda küfür ile bilenmiştir. vay ben hedefini bulmayan kurşunun yolunu sikeyim!

iş bu blogun 'ne ahiri uzundur ne de evveli ömrümün, sükuneti mi kaldı hengamede şu bedbaht gönlümün' temalı bu yazısında söz konusu yazar, muhtarına golü getirecek bir takım ortalar açmaktadır.

https://www.youtube.com/watch?v=vvSHpxwxVkM

-tecrit pilavı-

varoluş, irrasyoneldir. varoluş, anlamsızdır. varoluş saçmadır. nasıl oluyor da anadolu'nun ücra bir köşesinde doğup büyüyen ümmül kitab'ın piri aşık veysel ile soren kierkegaard, birbirlerinden farklı coğrafya ve farklı zamanlarda bu kadar aynı dilden konuşabiliyorlar sorusunun cevabı işte bu absürtlükte saklıdır. hayat, insanı kendi benliğine dönmekten alıkoyan türlü meşgaleler ve sıkıntılar etrafında şekillenir, ancak tüm bunlara rağmen yaşamaya değerdir. vay ben keyfimin kahyasını sikeyim!

yeri gelmişken bahsedelim. bazı sıkıntı türleri;
1- geçim sıkıntısı
2- can sıkıntısı,
3- iç sıkıntısı.(opsiyonel)
4- amınakodumun sıkıntısı

ilkinin varlığı, ikinci ve üçüncüsünün oluşmasına izin vermez. ilkinin yokluğu, ikincinin varlığı felsefenin oluşmasına imkan verir. felsefenin doğması hususunda üçüncü madde opsiyoneldir. ilk iki maddenin yokluğu ve üçüncünün varlığı yahut yalnız ikincinin varlığıyla psikoloji ilgilenir, öyledir ki bu elzem görevi icra etmeleri için tanrı psikiyatrlara müteahhit muamelesi yapmıştır. ilk maddenin yokluğu ve devamında gelen diğer iki maddenin varlığı sanata, ilk üç maddenin tümden varlığı ise zanaat ve ziraata zemin hazırlar. filozof ve sanatkarı bu noktada zanaat ve ziraat erbabından daha çekici kılan unsur; 'fakirin karnı doyunca siki kalkar' mefhumundan hareketle anlaşılabilir. son olarak, eğer ilk üç maddenin tümden olmadığı ferdiyetler grubuna dahilseniz, tebrikler, dördüncü madde sizsiniz!

-yirmi üç yaşın trajedileri üzerine;

geçmişimin yaşanmamış olması gereken detaylarına arkamı döndüm. bu bağlamda yaşantımın götüm ve ardına denk gelen kısımlarını anlamlandırıyor, gözümün gördüğü kısımları -ki bu olabildiğince geleceğim oluyor- ise yaşıyorum. vay ben bu miyop gözümü sikeyim.

''beyhude dolandım boşa yoruldum...
...nice güzellere bağlandım kaldım,
ne bir vefa gördüm ne faydalandım.''

velhasıl dostlar, üzerime kurşun yağdıran bu adamla samimiyetimiz, sanıyorum ki kalu beladandır. haddizatında, bizim işler biraz komik oldu. onun burnu biraz havadaydı, benim de ayaklarım yere basmazdı. aç karnımızla düşünür olmaya kalktık. kimse bize ihtiyaçlar hiyerarşisinde olmamamız lazım gelen yerlerde bulunduğumuza dair bir ikazda bulunmadı. cebimizdeki parayla ekmek almamız gerektiğini de parasız kalınca öğrendik.

vay ben şu dingilin yapacağı piramiti sikeyim!