22 Ekim 2018 Pazartesi

vasat-talep endeksi - 2

Gençlerin eşyalarının niteliklerine ve sayılarına yönelik sürekli olarak yönelttiği tüketim arzusu beni fazlasıyla korkutuyor. Eşyasındaki hafif kusurları tamir etmek yerine değiştirmeyi tercih eden, kıyafet dolaplarında asla giymediği kıyafetleri varken yenilerini almaktan imtina etmeyen, gayet teknolojik aygıtlarının en yeni sürümlerini almak için müthiş bir arzu duyan ve eşyalarını sürekli olarak yenileriyle değiştirmek üzere kodlanmış bir nesil dört bir tarafımı sarmış durumda. Esasen beni asıl korkutansa bu durumun insan ilişkileri üzerindeki mahiyeti. Nazarımca, genç nesildeki eşyaya yönelik bu despotluğun insani ilişkilerdeki yansıması da aynı derecede korkunç olmalı. Eşyasını bu denli yavan, düzensiz ve hor kullanan bir neslin arkadaşına, dostuna yahut sevgilisine de tam tersi istikamette davranmasını beklemek abes bir yaklaşım. Bu durumun etkilerini yakinen yaşayanlardan biriyim.

Sanayi devrimi ve kapitalizmin yükselmesiyle başlayan ve sosyal medyanın da insan hayatına zuhur etmesiyle tavana vuran bu tüketim çılgınlığı insanlar arası ilişkilerdeki yeni bir hastalığı ortaya çıkardı. Elli yıl öncesine kadar sadece çevremizden ve gördüklerimizden ibaret olan dünya, sanal realiteler ile birlikte dünyanın her yerine ulaştı. Hiçbir zaman –reel hayatta- göremeyeceğimiz ve tanıyamayacağımız insan kitlelerine tek tıkla ulaşabilme imkânı ve insan ilişkilerindeki bu görünüşteki seçim olanağı bolluğu; insanların diğer seçenekleri ya tüketmesiyle ya da hiçbir seçeneği seçememesiyle son buldu. Birbirlerini tüketen obur insanlarla, kimseyi tüketme imkanı olmayan yalnız insanlar çağındayız artık. İkili ilişkilerdeki felsefi derinlik asgari düzeyde.  Birbirimizi çok az tanıyıp birbirimizin ruhlarına çok az dokunabildiğimiz halde tam tersi oranda birbirimiz hakkındaki yargılarımız ve beslediğimiz duygular  da bir o kadar maksimum düzeyde.

Biraz daha şahsi yorumuma değinmek istiyorum. Telefonunu çağın gerisinde kaldığı için değiştirmek isteyen bir gençten, insani ilişkilerde sadakat beklemek biraz abesle iştigal. Etrafımda sıkça birbirleri ile flört eden iki cinsin karşılıklı duygu yoğunluklarını azami birkaç ay içerisinde tüketmelerine şahitlik ediyorum. İşte bu tabanı şefkat, aşk veyahut sevgi -adına ne derseniz deyin- karşılıklı ruhsal etkileşim ile doldurulmamış alelade ilişki yumaklarından ibaret yeniçağın hemen hemen tüm ilişkileri için geçerli. İki tarafta da -bir aşk ilişkisi olduğunu varsayalım- sevgi ve sadakatten ziyade karşılıklı bir tüketim beklentisi var. Bu durum çoğunlukla ilişkinin daha çok tüketim çılgını olan tarafının, bir diğerini daha yeni ve daha üst model olduğuna kani olduğu yeni bir insanla değişmesiyle son buluyor. Böylelikle insan ilişkilerimizde ruhsal ve zihinsel tekâmülümüzü doygunluğa ulaştırmak, geliştirmek ve yüceltmekten ziyade ambalajımız üzerinde bir takım hilelere başvuruyoruz. Çünkü kati surette hiç kimse bizim tekâmülümüzle ilgilenecek veya ruhumuza dokunacak kadar hayatımızda kalmıyor. Herkes birbirlerinin ambalajlarını incelemek suretiyle bir takım kısa süreli, yüzeysel ve yavan ilişkiler geliştirip sonra da birbirlerinin hayatından çekiliyor. Çağımızın özellikle yeni kuşağının tüketmekten ve tüketilmekten kaynaklanan mutsuzluğu, kendi olamaması, ruh doygunluğuna ulaşamaması ve yalnız hissetmesinin yegane sebebi budur.

Marks’ın klasik iktisatta metanın değişim ve kullanım değeri üzerine bir takım görüşleri mevcut. Zat-ı alilerine göre bir metayı değerli yapan şey, o metanın mevcut pratik yaşamda kullanılabilir bir değerinin olması veyahut da onun başka bir metayla değiş-tokuş yapılabilecek değerde olması ile ölçülür. İnsani ilişkilere ölçüt olabilecek ve bu ilişkileri değerlendirecek birçok teori, kuram veyahut kavramlardan özellikle iktisadi olanları tercih etmemin başlıca sebepleri yukarıda sürekli olarak üzerinde durduğum şeyin ta kendisi. Çünkü tam olarak yaptığımız şey bu; insanları değişim ve kullanım değerlerine göre belirli bir fiyat etiketi yapıştırmak ve ilişkilerimizi bu parasal düzende bir iş adamının, şirket sahibinin parasını kar getirecek bilimum işlerde kullanması gibi bir strateji ve alışverişe dönüştürmek. Bu alışverişte arz'lar ve talepler arasında kompleks bir ilişki var. Arz kavramını burada talep edilen, istenen, arzulanan, insan kimlikleri yerine kullanıyorum. Bu arzların değerinin belirlenmesinde arzın sahip olduğu temel niteliklerden ziyade, talepler tarafından üzerine yapıştırılan subjektif bir değer teorisi mevcut. (odamda neo-klasik iktisatçıların hayaletleri dolaşıyor.) Yani aynı fabrikadan çıkmışçasına birbirine benzeyen ve sürekli olarak kalabalık insan kitlelerince arzulanan, istenen arz'lar, çoğunlukla taleplerini o alanda yaratırken; belirli bir alana yönelen talepler de o alanda  kendini gösteren bir takım arzlar da yaratabiliyorlar. Çok daha basit bir anlatımla, ailesine aptal şakalar yaparak, aptalca videolarını yayınlayarak kalabalık bir güruhun ilgisini çeken bir genç ve bu durumla çok kalabalık bir kitlenin ilgilendiğini gören ve daha da aptalca videolar çekerek aynı kitleye sahip olmaya çalışan bir başka genç. Salt youtube üzerinden basit bir örnek vermiş olsam da bunu ikili ilişkilere de (ister duygusal ister dostluk tabanlı olsun) uyarlayabilirsiniz, yanılmadığımı göreceksiniz.


Bu görüşümü Foucault'nun modern insanın kurgu olduğuna dair söylemleriyle eşdeğer tutuyorum. Foucault iktidarın özcü kimlikler aracılığıyla işlediğini ve insanlar üzerindeki tahakkümünü bu kimlikler (normal-anormal, hetero-eşcinsel, akıllı-deli insan vs.) aracılığıyla yaptığını öne sürüyordu. Bense bu kimliklerin iktidar tarafından değil de karşılıklı olarak tüketime adapte olmuş insanlar tarafından üretildiğine ve  kişilik özelliklerimizi ifşa etmekten ziyade ikili ilişkilerimizi yönetmedeki tavrına dikkat çekmek istiyorum.

Daha önceki birkaç yazımda ve genelde bu konu üzerine konuşurken kadın-erkek ilişkilerinde herkesin bir metanın fiyatına benzer bir şekilde ekonomik bir değeri olduğundan bahsetmiştim. Bu cümleyi herkesin bir ederi vardır gibi basit bir önermeden farklı olarak kurmak istiyorum lakin bunu anlatmak benim için bi' hayli zor. Yani her insanın üzerine yapıştırılmış ve belli bir fiyat belirten değer değil de içilen içecekten, gidilen mekanlardan başlayıp diksiyon, kültür birikimine kadar uzanan bir değerlendirmede görünmez bir şekilde üzerimize yapıştırılan ve insani ilişkilerimizi düzenleyen bir kavramdan bahsediyorum. Özetle, her insanın özellikle karşı cinslerin iletişiminde en büyük role sahip olan ekonomik bir değeri mevcut. Oluşturulan bu değerler ve bu doğrultuda insanlar birçok sınıfa ayrılmış durumda ve sınıflar arası geçiş de en az Hintlilerin kast sistemi kadar katı. Hayatınız boyunca senelik birkaç gezinti dışında dışarıya adımınızı atmadığınız ufak bir taşra yerlisi –farazi köylü bir erkek- olduğunuzu düşünün. Sizi mega şehirlerin mega mekanlarında takılan, ancak ekonomik olarak sizden çok da zengin olmayan bir kadına aşık olmaktan (veyahut onun size aşık olmasından) alıkoyan nedir? Keza sadece okul okumak nedeniyle evinden ayrılmış, çoğunlukla ortalama bir yaşantıya sahip olan ortalama bir kızın,  ortalama üstü bir kültür ve birikime ve bohem bir yaşantıya sahip bir erkeğe aşık olduğu bir senaryoya niçin çok nadir rastlanır? Ve çoğunlukla neden tv dizilerinde veya Yeşilçam filmlerinde bu durum tam tersi vaziyettedir?  Aşk, karşılıklı dostluk ve arkadaşlık ilişkileri için gereken şey illa ortak bir yaşantıya, aynı ekonomik gelire ve ortak bir kültüre sahip olmak mıdır?

Benim bu ve bunun gibi sorulara cevabım birbirimizi harcamak üzerine kurduğumuz insan ilişkilerinde her birimizin üzerinde görünmez bir fiyat etiketi oluşu ve hepimizin bundan bilinçsizce haberdar olmamız. Bu fiyat etiketi de ekonomik durum, lisan, dil becerileri, retorik, kültür, güzellik –vücut güzelliği veya simaen-,  takıldığımız mekanlar, hobilerimiz, okuduğumuz kitaplar ve dahası bir çok şey tarafından belirleniyor ve üzerimize etiket olarak yapıştırılıyor. Ve bizler bir takım sonu hüsranla biten istisnalar hariç üzerimizdeki etiketin çok üstünde veya altında olan herhangi biriyle asla iletişim kuramıyoruz.

11 Haziran 2018 Pazartesi

sikeyim!

aşağıdaki yazı cüzi miktarda küfür ile bilenmiştir. alınıp da okumaya devam etmeyenin edebini sikeyim!

spinoza der ki; bir insana duyulan sevginin mahiyeti ne kadar fazla ise ondan mahsur kalındığında duyulacak nefret de o kadar fazla olacaktır.

aşk bir yanılsamadır. kendi iç dünyamızda yaratmış olduğumuz muhayyel bir kimliği çekici bulduğumuz bedenlere isnat etme sanatıdır. gerek ''sevmek sanatı''nda gerek ''leyla vü mecnun''da gördüğümüz o mükemmel aşkların hepsi birer sanrının ürünüdürler.
neyse bu konuda ağzı olan herkes bir şeyler geveliyor zaten.

saçmalama doktor, böyle ilaç adı mı olur? vay ben böyle aşkın ızdırabını sikeyim!

birleşmiş illetlere ilişkin;
geçenlerde dost meclisinde bir dostum ile hasbihal ederken bana ''bu dünyada vicdan olgusu bir tek sende var, bunu asla aklından çıkarma'' demişti. bu sözün sözler içerisindeki ehemmiyetini yeniden ağlıyorum.

pavyondan eve gelip utanmadan karılarıyla vakit geçirebilen erkekler; sevgilerini eşlerini aldatıp bu durumdan hiç rahatsız olmadan yaşayabilen kadınlar görüyorum. dahası yaşıyorum.
veyahut dost dediklerinin arkasından iş çevirenleri, yalan söyleyenleri, kandıranları, aldatanları, hainleri, şeref yoksunlarını, orospu çocuklarını...
hemen hemen hepsi istisnasız geceleri pek bir rahat koyuyorlar başlarını yastığa.

bu arada bu bahsettiklerimden başta benim hayatıma girenler olmak üzere hepsinin cümleten tıynetini sikeyim!

ve yine hemen hemen hepsi vicdan denilen azaptan yoksunlar. yoksa  bittabi ve makul bir soru ile: bu kadar mutlu yaşamaları nasıl mümkün olurdu? vicdan, acıması olmayan içsel bir muhakemedir ve yalnızca iyi insanlarda bulunur.

puh ben böyle mahkemenin mübaşirini sikeyim!

vicdan,  zaten iyi olan insanların hayatlarını daha da cehennemleştiren bir illet. kötü insanlar bu muhakemeden yoksunlar. iyiler ise zaten o kadar da büyük olmayan yanlışlarının bir de sorgulamasını yaparak hayatı kendisine zehir etmekle meşgul. çünkü, kötülüğü özellikle sonuçlarını ve ehemmiyetini bilerek ve isteyerek yapabilen bir insanın vicdan azabı çekebilecek kadar da masum olması pek de rastlanılabilir değil. aksini ispatlayabilen olursa kendimi gözden geçireceğime söz veriyorum.

özür dilemek eylemi, karşı tarafa verdiğiniz değerin kendi egonuzdan yüksek olduğunu gösterir. özür dilemek erdeminin öneminden dem vurup, kalp kırmaya devam eden ve asla özür dilemeyi bilmeyen insanlardan uzak durmaya gayret edelim.

boş bir uyarı oldu. alınlarında yazmıyor ki kardeşim, biz nereden bilelim?!

21. ayın 26. gününde tanıştığım ve 108 yıl boyunca unutmayacağım bir cibiliyetsize ithafen saygıda birkaç küfür etmek istiyorum, en büyük pişmanlığım zamanında etmemiş olmaktır çünkü.

geceleri yastığa başını koyduğunda aklına -kahpece bir ihanetin doğal sonucu olarak- ben geliyorsam şayet acınası bir halde olmalısın. yok eğer hiçbir şekilde gelmiyorsam, vicdansız kahpenin tekisin demektir; ki bu daha da acınası- her iki ihtimalde mutabık olduğum bir nokta var ki o da; hay ben senin cibiliyetini sikeyim!

dikkatinizi çekerim cibiliyet kelimesi; arapça cbl kökünden türeyerek yaratılış, varoluş manasına gelir. esasında egzistansiyalist bir serzeniş oldu. sartre'den, kafka'dan, heidegger'den ve egzistansiyalist bir talebin ülkemizdeki güzide örneği varlık vergisinin mimarı şükrü haraçoğlu'ndan özürlerimi kabul etmelerini talep ediyorum.

bir insanın karakteri ayrılırken değil, ayrılma sebebinden belli olur. şimdiye kadar bu konuda hiç küfür etmedim ve bu konuda konuşmasına bile fırsat verilmemesi gereken bir karaktersize göz yumdum. vay ben gözümün yaşını, kafamın tasını, kulağımın pasını sikeyim!

ezelden beri filozofların ve tarihin önde buyur ettiği akil heriflerin erdem ile ilgili sözünü ettikleri birkaç deyiş var. istisnasız hepsi size kötülüğü dokunmuş bireylere karşı sessizliği ve naifliği korumanın, öfkeyi yenmenin ve onlar gibi olmamanın fazileti üzerine bir takım sözler sarfetmişler. haklılık payları da yok değil elbet. sonuçta tarih şuanda aşık weysel'in karısına kendisinden kaçarken iliştirdiği not olan ''güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa'' sözünün ardındaki erdem'i yazmaktan imtina etmiyor. ve bizler başkasına kaçan karının akıbetinden çok, aşık weysel'in bu sözdeki erdemini konuşuyoruz. benzer bir erdemi vaktiyle bir cibiliyetsiz ile temaşa eylerken gerçekleştirmeye çalışmıştım. burada tarihin tozlu sayfalarına ve akil heriflere kızdığım nokta ise şu; tarih benim bu konudaki tavrımı kesinlikle yazmayacak ve benim bu konuda geceleri yastığa başımı koyarken kurduğum ''ben onurlu bir insanım ve ne güzel ki kimseye bir zararım ve ihanetim dokunmadı'' cümlesini rahatlıkla kurabilmekten başka hiçbir kazancım yok ve ne yazık ki muhatap kişinin de bu konuda kendince bir vicdan azabı dahi yok. her ne kadar bu durum muhatap kişinin karakter yoksunluğundan kaynaklanmış olsa da; te ben böyle işin ceremesini sikeyim!


''küfürbazım yine niyaza durdum
sövmeseydim billah veli olurdum
bugün artık mesaiyi doldurdum
yarına da kalanını sikeyim!''

19 Mayıs 2018 Cumartesi

itiraf-değil

hayatım boyunca dogmatiklikten, basmakalıp yargılardan ve genellemelerden uzak durmaya çalıştım.
tanrı'ya inanma sürecimde dahi türlü sorular sordum,
yeri geldi eleştirdim, yeri geldi argümanlar okudum, kendimce çürütmeye çalıştım.
argümanları çürütmeye çalıştığım yöntemleri de çürütmeye çalıştım.
tanrı'nın inayetini dahi sorguladım.
bilgelik budur dedim soru sordum, sordum ve yargıya varmaktan kaçınarak cevaplamakta güçlük çektim.
bazen dogmatik olmaktan o kadar çok uzak durdum ki,
dogmatizmden kaçmanın beni dogmatikleştireceğini düşünüp dogmatiklikten uzak durmaktan dahi uzak durdum.

lakin, ekseriyetle -hayatımın her ayrıntısında gördüğüm üzre- şu genellemeyi yapmamak için kendimi zor tutuyorum:

deveye diken, insana siken yaranır.


18 Mayıs 2018 Cuma

vasat-talep endeksi

kapitalizmin; insanlardaki temel zevk farklılıklarını göz önünde bulundurarak öne sürdüğü ve onlara seçme şansını tanıdığı bu görünüşteki seçim olanağı bolluğu, herkesin hiçbir şeyi seyretmemeyi seçmesiyle son bulur. bingo! adına zapping denilen şey, sıfır-bilinçtir. afilli değil mi?

2014 yılında yazdığım bir kesit.  benzer seçim olanağı bolluğunun insan ilişkilerinde de geçerli olduğunu düşünüyorum. insanları etkileyen pek çok uyaranın olduğu bir seçim olanakları çağındayız. fazlaca maddeci bir yaklaşım gibi gözükecek fakat her insanın iktisadi anlamda bir kullanım değeri var.

insanlar sosyal medya aracılığı ile standartlar oluşturup kendilerine bir değer biçiyor ve taleplerini bu doğrultuda değerlendiriyor. ikili ilişkilerde (aşk ilişkilerinden bahsediyorum) kendisine biçtiği standardın altında kalan talebini/talibini yerine bulduğu bir üst talep ile değiştiriyor ve onunla bir süre devam ediyor. bu durum da söz konusu ilişkinin arz'ın kendi talebini tüketmesi üzerinden devam ediyor ve arz tükettiğini düşündüğü talebini tekrar bir üst talep ile değiştiriyor. sonuç; tüketim toplumu! toplum, birbirini tüketen insanlardan ibaret. tüketmeye doyamayan arz, daha fazla talep alabilmek adına kendi kalitesini mevcut  taleplerin beklentileri doğrultusunda şekillendiriyor ve yüksek talepleri olan arz'ın önündeki bu seçim olanağı bolluğu onun kimseyle ilişki kuramamasıyla son buluyor. bingo! işte arz'ın sıfır-bilinci!

buradaki esas problem, insanların kendi arz'larının veyahut başka deyişle iktisadi açıdan kullanım değerlerinin kendilerine biçtikleri fiyattan düşük oluşu. bu problem sosyal medyanın popülerleşmesi ve özellikle instagram'ın yaygınlaşmasından sonra daha belirgin bir hal aldı. instagram insanları, kendi arz'larını vitrine çıkartma ve sergileme anlamında vazgeçilmez bir fırsat sundu. diyar diyar gezip, gezdikleri yerleri fotoğraflayan ve gösterişli bir hayat süren zenginler, sex & drugs & rock'n'roll hayat felsefesini benimsemiş, alkollü mekanların güzide çocukları, motorcular, dövmeciler, galericiler, moda ikonları, modern eskortlar, hanım hanımcıklar, bodyciler, bukowski okuyup hayatın anlamını çözen yeraltının kaybedenleri, boy boy göğüs dekolteleri, kalça ve bacak pozları ve daha birçok vasat ayrıntı.  hepsi  (esasen aynı  fabrikada üretilmişçesine birbirine benzeyen insan tipleri)  kendilerine belli bir standart belirleyip, bu bağlamda talepler yarattılar. arz-talep piyasasının çekiciliğini gören ve kendilerine talep yaratmak isteyen arz adaylarının bu konudaki isteği taleplerin fazlalığını gördükçe daha da perçinlendi. pelinsu'nun bacaklarına yönelen talebin yoğunluğunu gören cananlar, tuğçeler daha fazla soyunmaya, dikkat çekecek başka şeyler yapmaya; berkecan'a yönelen talepleri kıskanan meriçler, tufanlar daha fazla  içki içmeye, tek gecelik ilişkilere kendini adamaya başladı. sonuç; gösteriş toplumu! toplum birbirine gösteriş yapmak için yaşayan insanlardan ibaret.

işte vasat-talep endeksi. gösterişe ve tüketime olan talep vasatlığın popülerleşmesine neden oluyor. sosyal medya insanlara, vasatlıklarını pazarlama imkanı veriyor. yeniden arz (vasat) ile talep arasındaki ilişkiye dönelim. kendisine iktisadi anlamda bir fiyat biçmiş, bir standardın üzerine kendisini konumlandırmış ve belirli bir talebe sahip olan arz; taleplerden birini seçer ve bir gönül ilişkisi kurar. genelde tek taraflı bir sömürü üzerine temellenen arz ve talep ilişkisi, arz'ın bitmek bilmeyen tatminsizliği yüzünden talebin tükenmesi (veyahut kendini tüketmesi) ile çıkmaza girer ve bunun doğal sonucu olarak da ilişki arz'ın kendisine sömürülecek yeni talepler aramaya başlamasıyla son bulur. sosyal medyanın yarattığı bu tatminsiz kişilik bozukluğu arz'ın bu söz konusu bozukluğun farkında dahi olmaması üzerine temellenir. ona göre her şey normaldir ve esasen bir önceki talebi; değişmiş, kötüleşmiş, ihtiyaçlarını karşılayamamış, duygusal tatminde yetersiz kalmış ve başına gelenleri haketmiştir. sonuç: hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu olamayan, anlık mutluluklar ile yetinen ve her daim elindekinin yenisini ve daha iyisini isteyen tatminsiz bir arz, talebin sömürülmesine dayalı tek taraflı bir ilişki ve sömürülmeyi bekleyen arz adayları...ve sonucunda tarafların mutlak derecede tükendiği (çoğunlukla bir tarafın daha çok zarar gördüğü) vasati ilişkiler.

bu endeks kendi içerisinde bir sirkülasyona sahip. kitleler, -özellikle yoğun talepli arz'lar ve arz adayları- gösteriş için/gösteriş adına daha vasat eylemlere kalkışabiliyorlar. vasatlığa, pornografiye, yozlaşmaya, metaya duyulan açlığın ve gösterilen talebin yoğunluğu arz'ın kendisini daha da vasatlaşan bir çizgiye konumlandırmasına; taleplerin de bu vasatlığı arzulamasına yol açıyor. kolay yoldan para kazanabilmenin bu yoldan geçtiğinin farkına varan, bu yollardan para kazanabilmeyi başarabilmiş veyahut salt maddi anlamda değil de bedensel açıdan hazlarını bu yoldan doyurmayı seçmiş kitleler piyasanın ekonomisini belirliyor. söz gelimi (biraz acı ve çirkince bir sözün gelimi), ortalama güzellikte birkaç fotoğraf ve ortalama açıklıktaki kıyafetleri ile yüzlerce talebe sahip olan vasat soyunmayı seçerek veyahut fotoğrafları daha dikkatli ve güzel paylaşarak bu talepleri binlere-on binlere çıkarabiliyor. arz'a yönelen talep ve arz'ların kendi arasındaki bu görünmez rekabet; piyasanın hareketlenmesine ve arz'ın fiyatının (kesinlikle salt parasal bir maddiyattan söz etmiyorum) artmasına neden oluyor. (veyahut piyasaya ayak uyduramayan vasatların diğer vasatlar karşısında değer kaybetmesi: devalüasyon) bu durum da vasat'a sahip olmak isteyen taleplerin daha çok çaba harcamak zorunda olmasına neden oluyor. iktisatçılar kendi dillerinde bu durumu enflasyon olarak açıklıyor.

öz benliğini, taleplerin çokluğuna endeksleyen vasat, herhangi bir dış nedene bağlı olsun ya da olmasın bir şekilde popülaritesini kaybetmesiyle bunalıma giriyor ve daha da vasatlaşıyor. Adını medyada uzun süre boyunca duymadığımız isimlerin skandal ve bir o kadar da gereksiz açıklamalarla gündem olmaya çalışmasının sebebi budur.yüksek talep sebebiyle piyasanın odak noktası olmalarının,  bir zamanlar yüksek olan kullanım değerlerinin özlemiyle tekrar eski günlerine geri dönme isteği. ben bu durumu yoksunluk krizi olarak adlandırıyorum.

yazının bütününde bahsettiğim bu genel yozlaşmışlık hali toplumun her kesimine maksimal anlamda yayılmış durumda. anlık mutluluklarla yetinen, aldatmaların ve ihanetlerin normalleşmeye başladığı, sürekli huzursuzluk ve tatminsizlik ile süregelen hayatlar; tenselliğe  tinsellikten daha fazla önem addeden sevgiden yoksun bir meta fetişizmi, maddiyatın yön verdiği ilişkiler ve kendine olan saygısını yitirmiş bir toplum. gösteri ve tüketim toplumu.

benim insani ilişkilerde gözlemlediğim ekonomi budur, ziyadesiyle 'serbest' bir ekonomi.

23 Ocak 2018 Salı

diyanet vaazı tarzında, vasati

-bana yaptığın kötülüğü değil, kendine yaptığın kötülüğü affedememek üzüyor beni-

hayatın ihtivasında bulunan  anlık zevklerden, kişinin kendine yalan söyleyerek, gerçeklerden kaçarak, görmezden gelerek uydurduğu gelip geçici hazlardan daimi bir  mutluluk çıkaracağını umması ademoğlunun en büyük hatalarından biri olmuştur. daimi mutluluk denilen şey, anlık zevklerin bir toplamı olmaktan çok, kişinin kendisini gerçekleşmesine adadığı ahlaksal ödevini tamamladığında anlam kazanır.

benim midem gibi, benim benliğim de doyurulmak arzusundadır.*

15 Ocak 2018 Pazartesi

makber - kalıcı hasarlar, meczub

bir sedyeye oturmuşum ve kendi kendimle konuşurken lafın lafı açmasını seyrediyorum.

''dida, kafu, nesta, maldini, kalatze, şevşenko, gattuso, zidorf, pirlo..''

''ne anlatıyorsun oğlum sen?''

''2007 efsane milan kadrosu doktor, cahil misin allasen? allah allah! anlarsın benim gibi seversen. allahını seversen ya.  bak taktiği söylüyorum: panik atak! karşı kaleye nazır, atağa çıkmaya yeltenen hücum oyunlarının 'ulan kontradan yemesek bari' diyerek sağa sola panikle koşuşturması.''

''ellerin mi titriyor senin?''

''ne alakası var kardeşim?!''

kapıyı vurarak çıktım. sahi, şevşenko'nun yanında kim oynuyordu ya? pivot bir santrafor gerek. kaka'yı sayacaktım daha ama söyletmedi puşt. fazlasıyla unutkanım bu aralar. vazgeçmek eylemini, kişinin kendisinden asla vazgeçmeyecek birine karşı yapması ne kadar ağır?! üstelik tek bir sözüne dünyayı bile değiştirebilecekken. tıkandım yine, nefesimi çeviremiyor, yerimde duramıyorum.

''seven insan vazgeçer mi ismail abi?''

''seven insan neler yapıyor bir bilsen oğul''

''bildim abi, bildim. çay versene sen bana.  benden kara olsun.''

ne zaman kahveye geldiğimi dahi hatırlamıyorum. sabah öylesine erken kalktım ki, delirdiğimi düşünmesinler diye işe gidiyormuş taklidi bile yaptım. o saatten beri anlamsızca dolanıyorum işte. hastaneden buraya yürüyerek gelinir miymiş? sanane ulan! zatürre olsam, sağlık ocağına yetiştirecek sanki pezevenk! bu odada tek başıma platon'a bir nazireyim sanki. akıl, irade ve iştiha'dan oluşan üç parçalı ruh anlayışı üzerine mutabık olmuş eski kafalı bir meczub daha işte. hazretleri, bu parçaların birbirleri ile sinerjisinden doğan doğal durumlarda ruhta erdemin, ahlak'ın ve dolaylı olarak da mutluluğun tecelli edeceğini istirham ediyor.  ee? günlerdir ruhum paramparça benim. bu nasıl anlayış! akıl da kalmadı zaten. irade de ona nazir. uygun kullanıldığında irade akla meyleder. peki iştiha? aklın ve iradenin olmadığı bir vücuda iştiha girer mi hiç? hak getire!

filozoflar ikiye ayrılır; yumuşak akıllılar ve sert akıllılar. bu tasnife kendimi uygun hale getirebilsem, yumuşakçalar sınıfına girerdim. insanlar ikiye ayrılır: ortadan ikiye! caaart! hasılı, neler geçiyor aklımdan?! az önce yolda, bir köpeğe spinoza'yı mı anlattım ben? eve hangi hızla geldiğimi dahi hatırlamıyorum. annem dikkatlice bir şeyler okuyor:

''senin ilacın prospektüsünü okuyorum oğlum, çok kötü şeyler yazıyor. oku şunları iyice.''

''ana, ben okuduğumdan bu hale geldim zaten.''

cevap vermesine fırsat dahi vermeden fırladım odadan. üzerimde, üzerine tonlarca makale, deneme yazılacak bir konuyu tek cümlede özetleyebilmenin verdiği gurur var. odamdayım ve normalde aklıma bile gelmeyecek şeyleri yaparken, normalde aklıma bile gelmeyecek şeyleri düşünüyorum. düşünüyorum. insan pekala; kendini nasıl kandırabilir? gerçekleri, kendisine olduğundan farklı bir şekilde gösterip nasıl mutlu olabilir? bir insan peki, tüm bunları yanlış anlaşıldığı kişiye nasıl kanıtlayabilir? insan sevdiği birinin gözünde, en iyisi olmak için çabalarken nasıl nefret timsaline dönüşebilir? aziz veyahut peygamber olabilmek mümkün müdür? hataların neresinden dönsek gerçekten kar mıdır? evet mi? yolda rastladığım köpek tersini söylüyor bunun. yine de, her şeye dair bir özür telefonu alabilmek için ömrümün on beş senesini verirdim, alamadım ömrümün yarısını verdim. benim kimseye bilerek ve isteyerek zararım dokunmadı. kimsenin de böylelikle bana  bilerek ve isteyerek zararı dokunmaz sandım.

arkandan kötü söz söyleyenin gözlerini oyarım.

çenemi hala kontrol edemiyorum.

14 Ocak 2018 Pazar

makber - sevgi üzerine, kaygısızca

-muhayyel bir kıta mümkün müdür ki; gidenlerin veyahut ardında kalanların yaşadığı acılardan münezzeh olsun? veyahut bırakılan kalıcı hasarlardan. hasar. ölene değin. çenemi kontrol edemiyorum.-

sevmek eylemi, sevilen kişinin öz-niteliğinden çok ona bahşettiğimiz anlam üzerine inşa ediliyor. söz gelimi, yanlış veya doğru herhangi bir insanı hayatının merkezi konumuna getirmek, kendinden daha çok sevmek, en çok sevmek veyahut iyi ki kurtulmak, pişman olmamak... bunların hemen hemen hepsi; bir manada, sevginin -insan hayatına dair olması gerektiği gibi- sevilen kişiden bağımsız olma durumunu ortaya çıkarıyor:

seni seviyor
isem
sana ne bundan?!


13 Ocak 2018 Cumartesi

makber - kaygısızca karalamak

-vulgar zaman dilimine göre şuan saat 01:30. görkemli kozmosun görkemli kaosunun bana ayırdığı
şu minimal zaman diliminde, seni düşünmek ve duyumsamaktan maksimal haz alıyorum.-

ben manipülatör veyahut aziz değilim
sen ise yıllarca kafesin içerisinde dahi olduğu
kendisine hissettirilmemiş bir kuş değilsin.
çünkü ne ben seni yıllarca buna inandırabilecek kadar zekiyim
ne de sen buna inanacak kadar aptalsın.
lakin teorin öyle bir teori ki;
ne söylesem yine manipülasyon olacak,
ne konuşsam yine yapıyor denecek...
yine de umut işte;
ya tutarsa?

-üzerine giydiğin ideoloji gömleğini çıkar da gel-

sana söylemek istediğim çok şey var fakat söyleyemem. çünkü kelimelerde soğuk bir şeyler var, oysa benim yüreğimde soğuk hiçbir şey yok. müşkülpesent bir adam oldum ben. çokça bir şeyler karalamayı, bir şeyler yazmayı denedim sana dair. taslaklarım asla öğrenemeyeceğin kadar çok ve bir  o kadar da senin için artık anlamsız olan sana yazdıklarımla dolu. 

''acele iştir, şeytan karışır. boynu tutulan genç aynı yöne bakar, durur. aşkın aceleye gelen yanı aşık olmadır, ötesi uzun sürer. ademoğlu dostunu birlikte yaşadıklarından ötürü seçip kararlaştırır. aşkta ise tersi söz konusu. imkansızın, mümkün oluşu. imgeler oyunudur aşk.''

önceden, -birkaç gün öncesine kadar hatta, bir şey üzerine yazacaksam eğer o şeyin mükemmel olmasını dilerdim. güzel bir konu, eşya, fikir veyahut dünyadaki herhangi bir şey üzerine yazacak isem eğer cümlelerimin en az o şey kadar değerli olması gerekirdi. bu yüzdendir çokça defa yazılarımda kendimden küfür ile bahsederken, sana dair yazdıklarım hep sınırlı kalmıştır benim. muharrirlik bu ya, benim gibi boynu tutulmuş bir kimsenin, sürekli aynı yöne bakan veyahut; böyle batıl  inançları olmuştur evvelden beri. abes! duygularının yoğunluğu ne kadar fazla ise, onu kelimelere ve kelimeler ile birlikte anlamlı bütünlere dökmek bir o kadar zor oluyor nitekim. bunu anlayabilmem zaman aldı lakin pek dile getirecek vaktim de olmadı. şimdi ise yaşamaya ve sana dair hiçbir kaygım olmadan dökülüyorum. herhangi bir işe yaramayacağını, istediğim kişinin belki de hiç okumayacağını dahi biliyorum. ama manasız değil. çünkü, burası benim yalan söyleyebileceğim bir yer değil. çünkü burada, her şey en azından senin için bitmişken, yalan söyleyebiliyor olmamın herhangi bir anlamı yok.

bir dilek hakkım olsa idi yürüyerek gitmesini dilerdim. gitsin, gitsin ki gitmenin ne kadar acı ve cevr verdiğini iliklerine kadar hissetsin. geride kalmasını, kelimelerin boğazında düğümlenmesini veyahut. kalsın, kalsın ki kalmanın ve ikna edememenin verdiği kallavi  hüznü iliklerine kadar hissetsin.ben  iki hüznü de yaşayan, iki insan tanıyorum. biri kalmayı beceremedi, diğeri de gitmeyi.

''bazen anlamıyorum, ben onu böyle çok, böyle içten sevdiğim, ondan başka hiçbir şeyi görmediğim ve bilmediğim halde, nasıl oluyor da başkasını seviyor, sevebiliyor?''

mükemmeliyetçilik, zor meslek. erbabı da pek nadir. hiçbir edebi kaygı olmadan, öylesine, bir günlük tutarmış gibi mesela, uzun ve afilli cümleler kurmadan, tekrarını bile okumadan; vur patlasın, çal oynasın metin yazabilmek zanaati de çokça zaman müsrifçe durdu gözümde. kaleminden yere mürekkep akıtan bir müsrif. beceremedim de bu mesleği. birçok şey gibi. istemediğim şeylerin yaşanmasından önce, onun birkaç gün öncesinden, ondan da bir aya yakın öncesi pekala veyahut birkaç sene önce veyahut şimdi; beceremediğim ve elime yüzüme bulaştırdığım çokça şey oldu. neyi yapabildiğimden veyahut yapabiliyor olduğumdan da hiçbir zaman emin olamadım mesela. sana ve kendime dair pek çok şeyden noksandım bu konuda, yine de bana duyduğun sevgiyi bitirecek ket yok sandım. hasbelkader, herhangi bir zamanda- bu yazıya denk gelirsen şayet arkandan kötü bir laf ettirdiğime ve ettiğime dair bir inanç kalmasın aklında sakın. çünkü nefret de gayet ağır bir meslektir.

vakit varken tomurcukları topla.
ben topladım.