televizyonun fişini çektim. bilgisayarın düğmesini kapattım. yürüt dedim amınakodumun parçasını, haberin yok ölüyorum diye diye. insan bu dünyada dil taşıyıcısıdır muhtar. yazar, resmeder, küfreder, taşır dilini. modern dünyanın en büyük icadı dil taşıyıcılarıdır. yetmez mezar taşımıza taşırız dilimizi. varsın sonsuza dek bizimle kalsın.
ölümsüzlük sistemleri, insanların ölüme karşı aldığı yenilgidir. ölüme meydan okuyamayan herkes geceler boyu üzerinde uğraştığı resmin altına atar imzasını. veyahut yazılarının. hepsi ben öldükten sonra okunsun, okunsun ki ben yaşamaya devam edebileyim diyedir. ibrahim vurur sopasını puta, isa ölüyü diriltir, ahmet heykel yapar, canlı bomba havaya uçurur. hepsi ama hepsi tarihin tozlu sayfalarında yaşamaya devam edebilmek için yapar eylemlerini. ölüm korkusu, medeniyetin kurucusudur.
arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
süleyman: vardık, var olmayacaktık. fark edildik, onlarca mezar taşı içinde fark edilmeyeceğiz. 'en fazla nereye dönebilirsin ki? hiç'e geri." bir iz bırakacağız mutlaka. belki de bir iz bıraktık bile muhtar. fazla diyecek bir şey yok, insan olmanın gereğidir var olmak, insan olmanın gereğidir onuruyla tekrar yok olmak.
görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
attilâ ilhan ölür
hamdi: -hiçbir türlü bulamadım ben beni-
ben senin yerinde olsaydım; öyle yapmazdım, dedi. her şey daha güzel olurdu. haklısın dedim, ben de kendimin yerinde olsaydım öyle yapmazdım.
not: aşık veysel için söylenmiş değildir.
süleyman: gece vaktiydi, bahar sıcaklığını vurmaya başlamışken bu kuzey kıyılara, bir anne toprağın sırtına geçirdi tırnaklarını yaşama tutunma acısı ile bir ana daha dünyaya var etme umuduyla. anneler böyledir; siz gırtlağınıza dek boka batmışken bile sizi yaşamda tutacak bir sebep var edebilirler. sizi bu lanet yerküreye getirmekte onların payı yokmuş gibi acı çekmenizi izlerken tüm suçun kendinden olmayan sebepler olduğunu iddia ederler. belki de gerçekten öyle olduğuna inanırlar. belki de gerçekten öyle. dünyadaki soyut yaşam hala bilinmezin çıkmazındayken, somut yaşam tüketme hırsıyla harmanlanırken bir kız çocuğu dünyaya geldi. kendiyle getirdiği felaketlerin farkında dahi değildi, doğdu kulağına ismi okunurken bir facia gerçekleşti. her yaşında, sonsuzluğa attığı her adımda bir çile bir azapla yüzleşti. gerçekliğin ışıkları gözlerini bal renginde gösterirken o acı bir tebessümle daha önce üzüldüğü yoktan sebeplere bir fırtına başlattı dudaklarının arasından. bir ağıt, bir sövgü... bir şair derdi ya hani; "allahına kitabına sövüp saydım". işte böyle bir fırtına.
"bana yazık oldu ki, ben böyle ziyan oluş yoktur derdim. kifayetsizim ve daha iflah olmam."