29 Aralık 2020 Salı

anneler hep erken ölür

çevre yolunun kenarında, yokuşa uzanan bir yolun tepe noktasındayız. ben, berke, ferhat, mert... niçin burada olduğumuz ya da bu noktaya nasıl geldiğimiz hakkında hiçbir fikrim yok. zifiri bir karanlık ortasında, sokak ışıklarının bizi görmeyen kör bir noktasındayız. ayakta dikilmiş, son zamanların bize yaşattığı kötü deneyimlerden bahsediyoruz; değersiz ve acınası hayatlarımızdan. yanı başımızda eski model, bir dağ arabasını andıran büyük ve kalın tekerlekli, kırmızı bir araba var. halletmesi gereken bir işi olduğunu söyledi mert, yanına ferhat'ı da alarak bindi arabaya. onları uzaklaşırken seyrederek bir sigara uzattım berke'ye. içime doğan bir his gitmem gerektiğini söylüyordu. bir yere uğramam gerektiğini söyleyerek yol boyunca yokuş aşağı koşmaya başladım. koştum, koşmaktan nefesim kesilene, düşüp bayılmaktan korkana değin koştum. ben koştukça yol uzuyordu sanki. yalnız sokak lambalarının sapsarı ışıklarıyla aydınlattığı ve sivrisinek vızıltılarından başka bir sesin duyulmadığı o korkunç cadde boyunca koştum. öyle bir cadde ki bu, bir vadiyi andırıyor. yolun yarısına kadar yokuş aşağı koşuyorken hafif bir düzlük seni karşılıyor ve ardından yokuş yukarı devam ediyorsun. tepenin ardına gelmem saatlerimi aldı. nedenini anlayamadığım, dehşet bir korkuyla geriye doğru koşmaya başladım. arkama bakmak fikri dahi nefesimi kesmeye yetiyordu. bir okula rastladım orada, ölüm döşeğinde umutsuzca kurtarılmayı bekleyen bir hasta gibi nefes nefese daldım içeri. içeride yüzlerini asla seçemediğim, elbiselerinden arta kalan bölümleri kapkara bir perdeyle bezemiş insanlar dolaşıyorlar. kimse umursamıyor beni, oraya can havliyle daldığımı kimse fark etmiyor bile. herkes gündelik hayatında; sohbet ediyorlar, gülüyorlar, içki içiyorlar ve yürüyorlar. okulun her köşesi yaşamın yalnızca bana has bir gariplik içinde olduğunu gösterdi bana. içimdeki korkuyu büyüterek çıktım oradan, cadde boyunca berke'ye doğru, arkama bile bakmadan saatlerce koştum. gelmek istediğim yere, berke'nin yanına geldiğimde yahut daha doğrusu ben öyle sandığımda, kaldırdım kafamı ve aslında yeniden caddenin diğer yakasında durduğumu gördüm. doğru yönde, bildiğim yolda koşmama rağmen berke'den oldukça uzakta, tam tersi noktadaydım. köşedeki dükkanın camekanından yansımama takıldı gözüm, bir köpek olduğumu gördüm sonra...

haykırarak gözlerimi açtığımda bir cam kavanozun içinde olduğumu fark ettim. bir okyanus dibinde ben ve diğer dalgıç arkadaşım, elimizde birer çekiçle bir kaya parçasını kırmaya çalışıyorduk. gördüğüm rüyanın etkisiyle olacak, var gücümle abandım kayaya. uzunca bir çatlağın ardından koca kaya parçasının gözlerimin önünde sonsuz parçalara ayrıldığını gördüm. arkadaşım yıkıntıların arasından, ufak bir taş parçası kaldırdı. seslendi bana, bakmamı istedi. işaret ettiği yerde bir köpeğin uzandığını gördüm, kendimin. seni arıyordum dedi arkadaşım...

avazım çıktığı kadar bağırarak fırladım yataktan. yanı başımda fatoş'u ağlarken buldum. kuzenim kendisi, fatma olmaktan fatoş. ailenin yeni doğan çocuğuna, atadır yadigardır diyerek verilen dede, babaanne isimlerinden doğan ufak bir yanlışlık hamlesi. bir anda ailede hasıl olan aynı soy isme sahip fatma kontenjanının ikiye çıkmasından mütevellit, ufak olana fatoş mahlası takılması durumu. bize ufakken bu durumdan pek bahsetmediler. bu sebeple yıllarca kendisinin ismini fatoş zannederek büyüdüm. kendisine verilen bu yumuşatma eki, fiziksel durumu göz önüne alındığında epey yerli yerinde oluyor. ufacık, tefecik; içi dolu ama turşucuk! öylesine zayıftı ki, kendisine temas ettiğinizde kırılacağından endişe ederdiniz. yanı başımda diz çökmüş, yüzünü ellerinin arasına almış hıçkırarak ağlıyor, ağlıyor, ilaçlarımı içip içmediğimi soruyor ve yine ağlamaya devam ediyordu. kalktım yanından, bir ölüm sessizliği olan o evde yalnızca buğulu bir televizyon sesi, olabildiğince bağırıyordu. salondan sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. terör mahkumlarının yahut cinayet suçlularının getirilip konuşması için işkence yapıldığı o uzun, karanlık odalara benzeyen bir odaya girdim. ailem ve yakın arkadaşlarım diz çökmüş, yüzlerini televizyon ışığı aydınlatıyor. pencereden süzülen güneş ışığı sırtlarına vuruyor. gözlerini kırpmadan bakıyorlar ekrana, bana aldırış etmiyorlar. soğuktan donmuş ayaklarımı sürükleyerek girdim içeri, televizyona döndüm, iki adam astronot kıyafeti giymiş su altında arama yapıyor. biri elindeki çekiçle kocaman kaya parçasını ikiye ayırıyor ve kayaların arasından diğeri bir köpek çıkararak 'seni arıyordum' diyor arkadaşına. 

kan ter içerisinde fırladım yataktan. yanı başımda fatoş yüzünü elleriyle gizlemiş ağlıyor; hıçkırıyor, ilaçlarımı içip içmediğimi soruyor ve ağlamaya devam ediyor. kanlı bir muharebeden canını güç bela kurtararak kaçmış bir savaş yorgunu gibi kendimden destek alarak kalktım ayağa. ağlamaya başladım. ''ilacımı içtim fatoş, ancak rüyamda mı içtim yoksa... yoksa gerçekten mi içtim bilmiyorum!'' 

uyandım sonra. sonunda hakiki bir dünyaya uyandığımı bilerek hem de. rüya içinde, rüya içinde; rüya içinde rüya! dört kez rüya. ilk rüyanın başrolü olarak kendini oynamayı başarıyla yerine getirdiğin, ardından gelen rüyada kendini, kendin olarak aradığın; üçüncü rüyada kendini, kendisi olarak su altında bulan bir adamın kendisini, kendin olarak izlediğin ve son olarak kendi olmaktan şüphe eden bir meczubu oynadığın dört perdelik kısa bir rüya! hiç uyanamayacakmışsın gibi, gerçekle ayırt edemediğin ve uyanana değin rüya olduğunu bilmediğin tam dört rüya! 

nasıl kendisi olur insan? neleri yaparak, neleri başararak? nasıl ancak kendisi gibi, kendisi istediği için, kendi eylemlerinin sonucunu, kendisi göğüsleyerek benim, kendimim diyebilir? uzunca bir süre mahkum kaldım bu duygudan. lisede okul müsameresinde tiyatro oynamamı isteyen bir öğretmenimin ısrarları üzerine dayanamayıp bağırdığımı hatırlıyorum. kendisine niçin bir tiyatroda oynayamayacağımı asla anlatamamanın pişmanlığını yaşadım senelerce. köşeye sıkışmıştım ve kendisini tehlikede hisseden her vahşi hayvan gibi saldırdım ona. ben zaten bir tiyatroda yaşıyorum diyemedim. hayatımı rol yaptığımı hissederek zorlukla yaşadığımdan bahsedemedim. bir göz vardı ensemin üzerinde, tıpkı bir bilgisayar oyunu gibi. kendi bedenimde, kendi ruhumda bir insanın günlük hayatta bir şeyler yaptığını ve buna müdahale edemediğimi izleyerek hayatımı geçirmek, kendi karakterimin gelişimlerini, olaylar karşısında verdiği tepkileri, obur hayatını ve tükenmek bilmeyen cinsellik sevdasını izleyerek sonsuz bir sinemaya mahkum olmak... ne kadar sabredebilirsiniz uzun metrajlı bir filme? doksan dakika değil belki doksan sene! size ait olduğunu düşündüğünüz bir bedeni, bir başkasının yönetmesine ne kadar katlanabilirsiniz? ecnebiler bu duruma 'depersonalizasyon' diyorlar. kişinin kendisine yabancılaşması... sanki bu dünyaya yeterince aşinaymışız gibi! kendisine aşina olamamışların da trajedisini bu başlık altında topluyorlar. muğlak, müphem, daha az gerçek, alelade bir dünya ve bir o kadar bunlardan mustarip; alelade bir ben! vaktiyle bir sevgilim vardı, yaşantısı siddhartha'yı andıran. hiç kolu, bacağı kırılmamış yirmili yaşlarına kadar; bir tanıdığını, sevdiğini kaybetmemiş, var olmanın acısını duyumsamamış hiç, bir yeri kanamamış, kendi olmamanın dayanılmaz sancısını yüreğinde hissedememiş... yalın ayak dikenli arazilerde yürütmemişler onu. ateş yağmurları altında karton bir şemsiyeyle başıboş bırakmamışlar. sevdiklerinden, saydıklarından ayrı uzak diyarlarda bir başına kahrolmasına göz yummamışlar. vaktiyle çok acırdım ona. ilk büyük düşüşünün nasıl olacağı üzerine kendimle iddiaya girerdim. ailesini kaybederse intihar eder bahsine bire on, ay sonu harçlığı biter de depresyona girer ihtimaline bire iki! beklediğim belalar ben onun hayatındayken gerçekleşmedi. sıkıldım, ayrıldım ondan. arkadaşları arasında anlatacağı bir kötü anısı olsun istedim, daha büyük bir acıyla kavrulmadan evvel, benimle birlikte bir antrenmanı olsun istedim. gülmek hiç yakışmıyordu ona, acı çekmemiş! ayağına diken batmamış bir prensesten, kendi olamamış aciz bir herife fayda dokunacağını bekleyemezdim. aslında aradığım tedaviyi çoktan bulmuştum kendime. hastalık ne boyutta olursa olsun, insanın yanında gerçekten kendisi gibi hissedebileceği biri mutlaka bulunuyor. zavallı ben, ancak annesinin yanında kendisi oluyor. gerçek buydu benim için. annemdi. her anne gibi erken öldü.

tabutun sallandıkça çivi gibi batan ağırlığını omuzlarımda hissettim hep. alçak herifler, nasıl özensiz taşıyorlar onu! alçakgönüllülük etmişler, bu beklenmedik vefat karşısında taziyelerini cenazede sunmak konusunda mutabık olmuşlar. daha gür sesle: alçak herifler! düzgün taşıyın lan, annem o benim! ben sarıp sarmaladım onu, ben öptüm son kez, ben gördüm o ölümü hatırlatan kefen içinde. evet, ölümü hatırlatan kefen! annelere has, annelere müşahhas! ancak onlara yakışacak türden. yoksa bir ölüm, hiç yakışabilir mi bir anneye? rahat etsin diye de ufak bir battaniye sıkıştırdım boynunun altına, kimseler görmeden. bu alçaklara kalsa, işimiz yaş! yol uzun, omzum kan içinde; tabut çivili fıçı. insan nasıl rahat eder, bu tahta parçasının içinde?! nazik olun onu taşırken; yolda bulduklarım, yola çıktıklarım, yoldan çıktıklarım, yola geldiklerim, yollular, yolsuzlar; hısım, akraba, dost, yol arkadaşlarım! yol tutar annemi, uzun yola gelemez. yolumuz belli der, yolundan vazgeçemez! nice çıkılacak yoldan bu sebeple caydık biz. bir yol ayrımındayız şimdi, onun yolu toprak! benimki yalnızca yolsuzluk sevdası.

varana değin indirmedim onu omzumdan. yerimi istediler, yoruldun yardım edelim dediler; size mi kaldı, omzum çivisini istiyor diye haykırdım onlara. yerini çoktan hazırlamışlar; iki bel küreği, bir kazma, bir derin çukur. buyur işte, alçaklık baki! ne meraklıymışsınız kıymetlimi gömmeye! yerini, yurdunu seçmişler, hazırlamışlar. bir de seçilebilecek en kötü yeri seçmişler. yatacak yeri yok bu ibnelerin! soran oldu mu bana, annen yattığı yeri yadırgar mı diye! buyur perhiz, buyur lahana turşusu! çekilin lan, yaklaşmayın! ben örterim üstünü! size kalsa, yalın ayak başı kabak yatacak; bu soğuk, pis odada!

cehennem kazanlarında kaynatılası, aciz, acınası ellerimle koydum onu o pis odaya. soğuğa gelemez, üşürdü sıklıkla. ceketimi örttüm üstüne. tahtaları bir bir kendi ellerimle yerleştirdim. hiçbir işi vermedim o alçaklara! küreği de... ne çok meraklısı var bu kürek tutmanın, toprak atmanın?! ellerini bile sürmelerine izin vermedim, hiçbir şeye! gidin, rahat bırakın beni! onunla birlikte, yalnızca onun yanında bana ihanet etmeyen kendimi de gömdüm o pis odaya ben. bir daha asla kendim olamayacak bir yabancıyla, kendimle baş başa kalarak hem de. dışarıdan izleyerek kendimi, bilgisayar oyunu örneğinden mülhem. 

anneler... anneler ne tuhaf! daima erken ölüyorlar... 

13 Aralık 2020 Pazar

şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi

bir heves ve belki yetişir inancıyla yaptığım ortaya muhtarı yükselirken gördüm. atmosfer şahane, tribünler tıklım tıklım, tezahüratlar kulakları sağır ediyor. hevesim ve nefesim kursağımda kalmış, heyecandan dizlerimin bağı çözülmüş. sağ bacağımdaki ağrı gitmiş, koşabiliyorum. dahası bir futbol sahasındayım. oyunun ortasında. muhtar, üzerinde kafa topuna yükseldiği adamın farkında mı acaba? sokrates! spikerin sesi kulaklarımda yankılanıyor, russell abimiz maç anlatımı için kendini adamış:

''evet bu arada defans hattında sokrates, futbolla yakından ilgilenenlerin de bileceği gibi kendisi performansıyla çok defa adından söz ettirdi. oyun zekası anlamında iyi bir düzeydeyken savunma anlamında birçok eksiği olduğu yönünde eleştiriler var. siz ne düşünüyorsunuz platon hocam?''

''öncelikle ben sokrates'in savunma anlamında o kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. sokrates'in genel sıkıntısı, bir oyun kurucu olarak takımın merkezinde olmadığı zamanlarda ortaya çıkıyor. tabi, şimdi burada bir yorumcu olarak ben...''

''bu arada aniden gelişen atak ve beklenmedik bir orta!''

muhtarın beklenmedik ortalara beklendik kafalar atmak gibi bir huyu var. kafa atmayı futboldan çok girdiği kavgalarda öğrendiği üzerine bir takım rivayetler mevcut. nitekim bu durum onun kafalarını birçokları için beklendik kılıyor. muhtar dediysek ismiyle müsemma değil, mahlas sadece. zaten kendisine neden muhtar dediğimi de bilmiyorum. kara saçlı, kara kaşlı, kuru bir adam. kaba bir mizacı var. ekseriyetle hatunların benim yerime kendisini tercih etmesinin sebebini bunda görüyorum. kibarlık, olmaması gereken bir hata. stoacı imparator marcus, doğada olan iyidir diyor. bir maymunun ağaçta salınırken kız arkadaşına öncelik vermesi,  kaplanın incelik ve sadelik hasebiyle muhatabına diş geçirmemesi olacak iş değil. insanın bu misallerden müstakil olduğunu, kibar insana yapılan muamelenin bundan ayrı olduğunu düşünmek aptallık olur. deneyimlerim de bana bunun aksini söylemiyor. marcus bu söylediklerimi duysa, kendisini yanlış anladığımı söyleyip kızardı; kendisi kibarlığın bilhassa erkeğe yakışan bir meziyet olduğunu düşünüyor. neyse ki duyamaz, hazretleri şuan locada keyifle maçı izliyor. halkının eğlencesi için yaptırdığı bu görkemli stat onun için bir gurur nesnesi olmalı. muhtardan bahsediyordum, kendisiyle esas meselemiz, toplam münakaşalarımızın yarısını ihtiva eden soyadı meselesine dayanıyor. adamın soyadı: koyun! bu soyadının ''bizim oğlanı da yanınıza bir yerlere işe koyun'' yahut ''bana da bir çay koyun'' cümlesindeki koyun mu yoksa dağlarda, kırlarda otlayan ve geviş getiren bir hayvan mı olduğu üzerine düzenli olarak tartışıyoruz. ben muhtara ikincisini pek yakıştıramıyorum. zira böyle bir adamı melerken veya kırpılırken tahayyül etmek komik geliyor. 

muhtarın soyadının verdiği yetkiye dayanarak alnının akıyla sol köşeye koyduğunu gördüm. camus hırsla o tarafa doğru atladı. camus? motor sürmeyi bıraktığı vakitlerde kaleciliğe devam ediyor hala. daha az önce çalım attığım kolektif futbol yanlısı marx mıydı? hegel yedek kulubesinde. her zamanki gibi sistemli futbolu çevresindekilere anlatmakla meşgul. uzun zamandır marx'la forma mücadelesi veriyor. diyojen'e ne demeli? adem baba kıyafetini giymiş, saha kenarında uyuklamakla vakit öldürüyor. topun camus'un kollarından sekip kale içine girdiğini gördüm. muhtar kafasını ellerinin arasına almış, küfrederek hakeme bakıyor. hakem parmenides mi? bu adam şeylerin hareket edebileceğine dahi inanmıyor ki? kimsenin itiraz etmemesine içerlenmiş olsa gerek oyunu durdurdu. var odasında zenon'la konuşuyor. bozacının şahidi şıracı! topun gitmesi gereken yolun yarısını gittiğine istinaden, gittiği her yoldan geriye kalan yolun da elbet yarısının bulunacağına dayanarak, böylelikle gitmesi gereken hedefe hiçbir zaman ulaşamayacağından mütevellit... ağzında ne çok geveliyor bu dingil? bir filozof hastalığı hasıl olsa gerek. felsefenin, geviş getirmekten fazlası olmadığı aşikar. bir eşek düşünün, hayır buridan'ın eşeği değil söz ettiğim; aynı mesafede ve aynı uzaklıkta önüne konulan ottan herhangi birini seçme cesaretini gösterebilmiş, aç kalmaya niyeti olmayan bir eşek bu. öyle bir ot ki önündeki, ancak bir tanrı hazmedebilir onu. eşeğimiz ise eşeklik mertebesine ilk erişenlerden, şimdikiler gibi değil. üstelik geviş de getirebiliyor! yutmuş olduğu yiyeceği midesinden geri getiriyor ve yeniden çiğneyip yutuyor. ve bu işlemi hiç bıkmadan tekrarlıyor. başka bir ot yemek gibi bir derdi yok! gevişini getirdiği ot onu bir hayat boyu tok tutmaya yetecek. yalnız ölmeden önce son kez eşekliğini yapıp çıkarıyor otu ağzından. kendisinden sonra gelen eşekler de aynı otu geviş getirmeye devam ediyor ve o otu hiçbir şekilde sindiremiyorlar. ve bu garip durum yıllarca devam ediyor.. işte size birkaç cümlede koskoca felsefe tarihinin ana meselesi. parmenides de bu sözünü ettiğim eşeklerden. eşek herif, eveledi geveledi iptal etti güzelim golü!

''şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi!''

''hocam, iyi misiniz? niçin birden duraksadınız?''

hoca mı? ne işim var bu sınıfta benim? daha az önce muhtarı, herakleitos'la birlikte hakeme itiraz ederken izliyordum fakat, şimdi! önümde... öylece oturmuş yirmi kadar genç ağzımın içine bakıyor. üzerimde yıllardır arzu ettiğim bir mesleği icra etmenin tedirginliği mevcut. tahta parmenides'le alakalı detaylarla bezenmiş, yazı benim yazım, sınıf benim sınıfım! dalmış olmalıyım yine, uzun süre uykusuz kalmak bana yaramıyor.

''parmenides... batı rasyonalizminin öncüsü sayılabilecek bir adam... kendisini anlamamız için öncelikle özdeşlik ilkesini anlamamız gerek...şeylerin hareket ediyor gibi görünmelerini 'sanı' olarak varsayarak... ve golümüzü vermeyerek...''

iptal edilen golümüz geldi aklıma. herakleitos'un itirazları sonrası kırmızı kart görmesi... iptal edilen golün kararı bahane, zaten parmenides'e bilenmişti pezevenk. bizim muhtar ofsayt osman'a mı dönmüş? çığırıyor; bu da mı gol değil be, ha söyleyin! bu da mı gol değil?!

''çocuklar konumuza dönersek... parmenides varlığa istinaden, tamamen dilsel bir sihirbazlığa sırtını dayayarak vardır demiştir. çünkü eğer olmasaydı o, varlık olmazdı. aynı sihirbazlığı yokluk üzerine konuşurken de yapacak. yokluk, yoktur diyecek. çünkü eğer var olsaydı biz ona yokluk değil varlık diyecek idik. bu arada yokluk ile söylemek istediğim...''

''yokluk burada ulan, cüzdanına bak hıyarağası! cep delik, cepken delik, aklı gidik! giydiğin kıyafete, üstüne başına dön de bak! sıçtırma parmenides'e de mantığa da!''

''murat? senin ne işin var derste?''

nasırlı elleriyle sağlam bir asıldı suratıma. kir ve pas içerisinde kalmış bir tulum giydiğimi farkettim o an. omuzlarımdan tuttu, sarstı beni.

''yokluk yokmuş, nah yok! bundan âlâ yokluk mu var? uyansana ulan!''

kan ter içinde fırladım yerimden. bir işçi servisinin arka koltuğunda, sağlam sızmışım. murat, kızgınlıkla bana bakıyor.

''bu nasıl uyumak be kardeşim, hepi topu yarım saat yol geldik, asırlık uyudun. kalk artık, ne görüyorsan rüyanda!''

öğlene doğru çalışmaktan kömür karası olacak yüzüne baktım. sanki ahvalim çok farklıymış gibi. bazı şeylerin neden şu veya bu şekilde değil de özellikle bu şekilde olduğu sorusuna kafa yorardım hep. imkanlar mesela, yoksulluk yahut. bir felsefe öğretmeni olmayı tahayyül ediyordum. öğrencilerimle bir tutam ot meselesiyle alakadar olup eşeklik edecektik. yaşamımın başka bir yönde seyretmesi pek kabul edilir değildi. muhtarı da sosyolojiye yakıştırırdım hep. tam bir insan sarrafı olmakla beraber birine kafa atmadan önce attığı kafanın buna değip değmeyeceğini, kimlere niçin kafa atılması gerektiğini ve dünya üzerinde atılan kafaların seyrüseferini bilen bir adamdı. şehir görmüş adam, benim gibi köylü de değil. hasılı, on dört milyarlık bir şehirde hayatta kalan bir adamın sosyolojiden anlamaması kabil değil. ancak, bu bir rüya neticede. şimdi ben mevsimlik işlerde ırgatlık ediyorum, o tekstil işinde. kot ceket biçiyor.

''sorma birader, uyuyamadım dün gece! ondan olacak iyi sızmışım, fena bir kabus gördüm.''

''ne oldu yine?''

''şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi!''