9 Nisan 2021 Cuma

teslis ağrısı: kutsal ruh

Tarih: Rebiul-Aysel Ayının, Ayselertesi Günü

Yer: Amanın Anı Defteri

İnsan zihni ne tuhaf! Yanılmak için bazen dış etkene dahi ihtiyaç duymuyor. Dekart bu aldatmacanın farkına erken varanlardan. Bir kere yanılan hep yanılır diyerek dünyayı hiç etmiş orası ayrı. Gazali'ye ne demeli? Uykunun, uyanıklığa nispeti ve uyanıklığın, uyku halinden ayırdının mümkün olmaması ile alakalı Dekart'tan yıllar önce bir şeyler karalamış. Bu şerh Dekart'ın rüya argümanına benzerliğiyle meşhur... Filozoflarda intihal olayları pek bildiğimiz gibi çalışmıyor. Gazali'nin mesele ile ilgili görüşlerini okursanız, gönül rahatlığı ile altına Dekart imzası atabilirsiniz. İkisinin arasındaki mesele tabii, fazla irdelemek istemiyorum. Yüce Divan'da intihal meselesine iştirak edilir, Tanrı huzurunda olay tatlıya bağlanır. Gazali'nin bu konuyu bir gurur harbine çevireceğini düşünmüyorum. Dekart'ın da özür dilemesi icap eder lakin. Makul olan budur.

İnsan zihni ne tuhaf. Teslis ağrısını, alışagelmiş üzere testis ağrısı olarak okuyabildiği gibi kitapçıda rast geldiği 'Amanın Anı Defteri'ni de bir anlık gafletle... Tövbe haşa!.. Yanlış okuyabiliyor işte. Benim maceram da böyle oldu. Raflar arasında sakince dolaşırken tövbeler çekip defterin yanına atladığımı hatırlıyorum. Defterin adının sandığım gibi olmadığını anlamak birkaç dakikamı aldı. Anı defteriymiş! Güzel memleketimin birkaç güzide girişimcisi, insanlara hayatları boyunca pişmanlık yaşadığı hadiseleri, aklına geldikçe amanın çektiği hatıraları yazması için bir defter tasarlamış. Defterin ismiyle de böyle bir hınzırlık peşine düşmüşler. Reklam gayet başarılı! Netice defterden iki adet almamla son buldu. 

Amanın çektiğim... Pişmanlık dolu pek çok anım mevcut. Çoğu vakit mümkün seçimler arasından daima en kötüsünü tercih ettiğimi düşünüyorum. Bu da bana tek bir defterdeki yaprak sayısının bu kadar pişmanlık dolu bir hayat için yeterli gelmeyeceğini düşündürtüyor. Tevellüt doksan yedi! Birçok işi bitirebilmek için erken sayılsa da pek çok işe başlamak için geç sayılacak bir yaştayım. Pişmanlıklarım, başlayıp sonunu getiremediğim, sonunu getirip memnun olmadığım hikayelerle dolu. Bir o kadar da hiç başlamadığım... Yalnızca tahayyülde kalan fikirleri de unutmamak gerek. Bu nadide fikirleri gerçekleştirebilseydim eğer, yine bu kadar pişmanlık dolu olurdum diye tahmin ediyorum. Kierkegaard bana bu noktada sağlamlık veriyor. ''Evlen, pişman olacaksın. Evlenme, yine pişman olacaksın!'' buyurmuş hazretleri. Hayat ileriye dönük olarak yaşanmalı, geriye dönük olarak anlaşılmalı gibi şeyler de söylüyor lakin ben dinlemiyorum o kısmı. Hayatımla alakalı pek çok şeye arkamı döndüğümden olsa gerek... Yine de Kierkegaard'tan çıkarmam gereken dersler var. Mümkün seçimlerin en kötüsü yok! Diğer seçenekleri yaşamış olsam, yine pişman olacaktım zira. Öyleyse mümkün hayatların, en 'eh işte'sinde olmalıyım. Yahut 'idare ediyoruz' veya 'çorba kaynıyo' diyelim. Mümkün çorbaların en kaynağı! Maddi durumu hallice olanlar anlar bunu. Kötü bir esnaf lokantasında çorba içmek gibi hayat. Ayıp olmasın diye değiştirelim şunu ustam diyemezsin, içersin işte.

Bir terazi düşlüyorum. Bir kolunda ölüm içgüdüsü, diğer kolunda yaşam içgüdüsü olan... Birisi kendini yok etmeye, bertaraf olmaya çabalarken diğeri üremeye, mücadele etmeye çağırıyor. Terazinin bir kolunda Eros, diğer kolunda Thanatos... Ne terazi ama;  kuş tüyü ağır gelir! Birinin baskın geleceği aşikâr. Becker mı diyordu, ölümün inkârı, uygarlığın kurucu itkisidir diye. Ölümsüz olma isteğimiz, ölmemize sebep bile olabiliyor. Başka bir deyişle; ölümsüz olmak için ölüyoruz. Bu düşünceyi terazinin hangi koluna koymam gerektiğini bilmiyorum. Yaşamak ağır geliyor cümlesi gibi tıpkı. Kuyuya taşı atan Freud'a değinmeden olmaz. Aynı zamanda taşı ilk kez atan... Hem günahsız hem zır deli! Ömrü boyunca insanın yaşam içgüdüsünün baskın geldiğini, cinsellik dürtüsünün, tüm dürtülerden her daim daha önde ve üstte olduğunu salık vermiş. Ömrünün geç vakitlerinde, -ölümün yaklaştığını hissettiğinden olsa gerek- terazinin diğer kefesine Thanatos'u koymuş o da. Oyuna denge gelmesini istemiş de olabilir. Geç gelen teknik direktör hamlesi gibi düşünün. Bu iki içgüdünün dengesini, insanın sağlıklı olmasının önkoşulu yapmış. Ötesi kan, vahşet, zulüm, yıkım çünkü! Lakin savaşın kazananı belli. Oyuna ne kadar müdahale edersen et, Freud'un naciz bedeni bile elbet bir gün toprak oluyor. Eros bey sana sesleniyorum! Alınmak, gücenmek yok! Neyse ki Thanatos var! Ve iyi ki ölüm var! Böylelikle her şey, daha az sıkıcı...

Yüce şeyler var... Bir de avam işler. İnsanlığın yüksek idealleri, cevaplayamadığı soruları üzerine düşünmek her daim bana cazip gelmiştir. Nice filozofların, peygamberlerin, sanatkârların ve bilimum senin, benim gibi yiğitlerin uğruna helak olduğu sorular... Ben bu soruları soranların meşgalesine yüce şeyler diyorum. Bir de avam şeyler var. Poker oynamak veya futbol maçı seyretmek gibi. Mafya dizisi izlemek örneğin. İnsanların pek bir alaka gösterdiği lakin insanlığı pek de ilgilendirmeyen mevzular. Bu iki kutup arasındaki dengenin kurbanı oldum hep. Poker oynarken Tanrı'yı düşünen garip bi adam oldum ben. Sabah Spinoza, Leibniz arasında mekik dokurken akşam Beşiktaş'ın haline küfretmeyi makul bulurdum. Yalnızca yüce şeyleri problem edinen insanları anlamlandıramıyorum. Bunu yüceltenleri de... Yüce şeyler, avam işlerden üstün olmamalı. İnsan, yalnız yüce şeyleri meşgul olunca, delirir çünkü. En azından benim için bu bir delirme noktası oldu. Derdi yalnız yüce şeyler olan, idealler peşinde koşup soru soran ahmaklar ordusunun bu deliliğine teslis ağrısı adını veriyorum. Testis ağrısından mülhem. Nasıl ki er kişi, pek sevdiği yavuklusu ile temaşa eylerken, işin dozunu fazla kaçırır da aç gözlü bedeninin azizliğine uğrar ya o hesap. Erimizi evinde bir testis ağrısı tutar. Ağrının son bulacağı an, esas oğlanın aynı zamanda kendini tatmin edeceği en hayvani andır. Deminki aşk böceğinin yerine, kan ter içinde, nefes nefese kalmış bir aygır geliverir. Teslis ağrısı bundan gayrı değil. İnsan, yüce şeyleri kendisine dert edinince, bir vakit sonra kendisini rahatlatacak bir dünya meşgalesi arıyor. Ötesi delilik çünkü... Ya da meseleye ters bakmak gerek. İnsan, bu ağrıya yakalanmamak, delirmemek için; avam işlerle kendini yüce şeylerden azade kılıyor. An geliyor avam şeyler, yüce şeylerden daha fazla derdine derman oluyor insanın. Fakat her halükârda bir ağrı söz konusu: Teslis ağrısı!

Tanrılar meclisinde bir poker oyunu: Esas oğlan, iki yüce şahsiyet ile amansız bir oyuna tutuşmuştur.

Birinci Yüce Şahsiyet: ''Evet rastgele beyler, kağıtları açalım. Üç kişi sırayla, en yüksek üçlüyü açan kazanır.''

İkinci Yüce Şahsiyet: ''Oyunun en yüksek kartlarını almışız yine!''

Birinci Yüce Şahsiyet: ''Oynamaya ne hacet, kazanan belli. Açıyorum ben. Üç kağıt, hepsi en yüksekten: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh!''

İkinci Yüce Şahsiyet: ''Kazanan o kadar da belli değil. Üç kağıt, hepsi en yüksekten: Şems, Kamer ve Elif!''

Esas Oğlan: ''Rest! Baylar, oyunun size ufak bir sürprizi var. En afilisinden üç joker: Metin, Ali, Feyyaz!''

8 Nisan 2021 Perşembe

teslis ağrısı - oğul

Tarih: Teşrin-i Aysel Ayının 14. Günü

Yer: Ali - Cengiz Oyun Salonu

''Hiç ışık yok Ali abi. Sağım solum; önüm arkam karanlık. En küçük bir ışık zerresine kendimi yakmaya hazırım halbuki, sırf daha çok aydınlansın diye ortalık. Motivasyon, mücadele ruhu mevcut ancak yol, yordam hak getire. Böyle günler insanoğlunun, ahirinde tiz bir kahkahayla içki masasında yâd ettiği günler Ali abi. Lakin yaşarken de bir o kadar sıkıntı dolu. Hiçbir seçeneğin içime sinmeyecek, beni mutlu etmeyecek oluşu mu dert yoksa her seçeneğin aslında bir vazgeçiş olması mı dert bilmiyorum. Öyle işte be Cengiz abi. Benim derdim ne edeceğimi, nasıl mutlu olacağımı bilmediğimden... Ne iyi ettiniz Ali abiyle ortak olup bu dükkanı açmakla. Batak atacak bir kahve bulamıyorduk vallahi! Bu elden bir bok olmaz, pas bu arada!''

''Dokuz beyler, var mı arttıran? Kozlarımızı paylaşalım, maçamız eksilmesin. Koz ver!''

''Bilmiyorum deyince aklıma geldi. Tutturmuşlar bi' cehalet mutluluktur sloganı gidiyor. Kim çıkarıyor bunları anlamıyorum? İki bin beş yüz yıl öncesine git bakalım! Bakıyorsun Çin'e, Hindistan'a; bilgiye verilen değer, alaka belli. Hele Yunan işi iyice abartıp utanmadan iddia etmiş...''

''Koz ver!''

''Mutluluğa, bilgiyle eşit değer atfetmiş. Sokrates'te zirvesini bulup, Platon ve Aristoteles'le geleneğini idame ettiren bir gerçek mutluluğun ancak bilgelikle mahal vereceği anlayışı hakim. Bilgiye ulaşmanın yolları yahut ulaşıp ulaşamamanın imkanı konusunda derin ihtilaflar söz konusu olsa dahi Sokrates sonrası dönem bile pek aksini iddia etmiyor. Ortaçağ'ın hali zaten ortada, birisi yeni bir şey söylese de kessek derdinde!''

''Sinek vale, papaz düş aslanım.''

''Öyleyse biz bu mevzuya nasıl geldik arkadaşım? Cehalet mutluluktur mevzusu da belli ki modernite icadı. Şimdiye kadar mutluluk getiren bilgi, ne oldu da birden acı verir oldu? Öyle şeyler öğrenmiş olmalıyız ki demek... Öyle bir bilgi olmalı ki, keşfedilene kadar öğrendiğimiz her şey bize acı veriyorken, keşfedildikten sonra bu bilgi bize ancak zulmetsin...''

''Koz ver, son kez! koz temiz.''

''Hakikati yitirdik belli ki dostlar, dahası Tanrı'yı. Bilgiden Tanrı'yı çıkarırsanız, geriye ancak vehamet kalır çünkü. O pos bıyıklı, dilenci kılıklı herife sormak lazım bunun hesabını! Tanrı öldü dediğinden beri ayaklar baş oldu, belimiz doğrulmadı.''

''Maça düş iki tane... As!... Papaz!''

''Yunan medeniyeti bize bunun sinyallerini yıllar evvelden vermiş halbuki. Bilgiyle ulaşılacak sonsuz sükûnet ve selametin adını eudaimonia koymuşlar. Telaffuz et bakalım, ne çıktı: ''You die moania!'' İniltiden, sızlanmaktan ölmenin gavurcası!''

''Son kağıtları alayım beyler, ne kaldı elinizde?''

''Elde avuçta bir şey mi kaldı abi! Yaz oraya, ''Aysel kalmış geriye'' yaz. Ne iyi oldu şu dükkanı açtığınız, sohbet edecek yer bulamıyorduk vallahi!''

5 Nisan 2021 Pazartesi

teslis ağrısı, baba

Tarih: Nisyan Ayının 14. Günü

Yer: Mühendishane-i Basri Hümayun

Vakitlerden bir nisyan akşamı. Buralarda rüzgar insanı ferahlatmaz. Nisyan akşamı olduğuna bakmayın, nisyandan malulen emekliyiz. Emekliliğimize veryansın ediyoruz.

Basri, ketum bir adam. Konuşulmaması gereken konular hakkında pek konuştuğunu görmezdiniz onun. Eskiden kalma giysilerle dolaşır, saçı sakalı birbirine karışık gezerdi. Öteden beri hayali uçak mühendisi olmakmış. Maddi halleri pek yeterli gelmedi okumaya. Çalışıp geçimini sağladığı derme çatma bir evi vardı, bir de kendine bakmaktan acz düşmüş gariban anası... Arkadaşlar arasında şakayla karışık; 'Mühendishane-i Basri Hümayun'' derdik o eve. Hiçbir şeyin eksik olmamasına tezat; bir tek eksiği eksik olmazdı o evin. Anası ile birlikte zorunlu bir mütevazılık örneğiydi evleri. Öyle ya, tevazu denilen şey; fukaralığın mecburi halidir yalnızca. Basri'nin güzel görünmek yahut yalnızca görünmek gibi bir kaygısının olduğunu görmedim hiç. İnsanların ardına saklanır, karda yürür, izini de belli etmezdi. Yalnız çok erken yaşta kaybetti babasını. Çok severmiş... Hangi çocuk sevmez ki? Anası, evladım akıl baliğe erip de babasına isyan bile edemedi der, öyle severdi oğlunu. Basri'nin annesinden duyduğum bu sözün yeri ayrıdır bende. Aklın, baliğ olması ile isyan etmek arasında müşterek bir ilişki kurmak epey derin bir düşünce. Bu söz bana, Adem babamızın Tanrı'ya olan nispetini hatırlatıyor bir yandan. İnsanlığın ergenliğe girişinin bir sembolü olarak; cennetten kovulmak... Yahut aklını kullanmaya başlamasının neticesi olarak... Geist denilen şey varsa eğer, bir mutlak zihin veya kolektif bilinç... Tam olarak böyle bir meret olmalı. Mutlak zihin, çocukluğunu Tanrı'nın himayesinde, günahtan bihaber, cennet aleminde geçiriyor ve yaş kemale erdikten sonra aklını kullanma hürriyetine sahip oluyor. Mutlak zihnin, ergenliğe girişi... Ergenliğe girince evden ayrılmak ister insan. Kendi hayatının sorumluluğunu üstlenecek vaziyette olduğunu düşünür. İlk günah, Adem'in Tanrı'ya ''Ben evden ayrılmak istiyorum!'' demesidir biraz da. 

Aklını kullanmak, isyan etmeyi anlam olarak içerisinde barındırıyor olmalı. Nitekim Camus mu diyordu: isyan ediyorum o halde varım! Her aklını kullanan isyan etmez lakin, her isyan eden muhakkak bir kez aklını kullanmıştır mantığından hareketle... Adem'in isyanında da böyle bir icazet olmalı. Tanrı'ya, günahımı da sevabımı da bilinçli işlemek istiyorum demek istemiş olabilir! Akılda tutulması gereken husus şudur ki; cennette kötülüğe yer olmadığı gibi, iyiliğin de bilinçli hali bulunmaz. Meleklerde görebilirsiniz bunu. İçlerinde kötülük bulunmamasının sebebi, kötülükten bihaber olmaları değil; bilinçten bihaber olmalarıdır.

''Heyhat! Ademin derdi selamet değil, ferdiyetti! Nitekim, fert olma sevdası oğullarına da sirayet etmiş. Tanrı, Habil'in kurbanını kabul edince Kâbil öfkelenip kardeşini öldürüyor da; kendisine kardeşinin nerede olduğunu soran Tanrı'ya bir de ''Ben kardeşimin bekçisi miyim?'' diye yanıt veriyor. Öyle ya! Ferdiyet meselesini Rönesans icadı mı sandın? Ademoğlu kelimesi pek naif kaçıyor Basri bey! Kabil'in oğullarıyız biz.''

''İnsanlık, bir katilin neslinden olmayı pek kabullenememiş belli ki... Kabil'den bu yana değişmeyen bir şey daha var, o da gurur! Tanrı'nın kendi kurbanını reddetmesini kabullenemeyen katilden, katilin neslinden olduğunu kabullenemeyen insanlığa...''

''Oğlum Basri, çekilir adam değilsin sen! Rakı soframızı kuralım, Aysel'den dert yanalım dedik, dönüp dolaşıp geldiğimiz noktaya bak. Ne heves kaldı, ne heyecan! Benim Aysel'den başkasını havsalam alır mı? Aysel aşağı, Aysel yukarı; Aysel'le otur, Aysel'le kalk. Önüm arkam, sağım solum Aysel!''

''Aysel Tanrı'nın kulu değil mi kardeşim, niye öyle diyorsun? Ben anlamam aşk meşk işlerinden bilirsin. Bak ne diyor Sokrates; her ihtimalde evlenin karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz! İlişkilerin alametifarikasını adam iki bin yıl önce belirlemiş. Şekspir delisine benden daha aşinasın, yıllar sonra olaya bakışı daha bir çözüm odaklı! İyi asılmak, kötü evlilikten evladır diyor; haspam! Bırak şu Aysel, Veysel işlerini, bize ters bunlar. Evliliğin iyisi bulunmaz. Şu halde meselemizin esas noktasını iyi asılmak ile filozof olmak arasında tercih yapmak oluşturuyor.''

''Ya da iyi asılan bir filozof olmak... Üçüncü haller her zaman imkansız değil Basricim!''

''Bak, birkaç dubleden sonra kafan nasıl da çalışıyor! Aysel meselesine gelince... Bilirsin anlamam demiştim... İhanetin, zulmün esası belli. üstüne edecek lafın, sözün kıymeti yok. Bir başka dalı tutmadan elindekini bırakmayan, bir maymun olabilir ancak.''

''Maymun ne ki azizim, bir değil tarikat bunlar; maymunlar cehennemi!''

''...''

''İyi dinle Basri, epeydir karışık kafam. Madem derdin Tanrı meselesi, Aysel içimde kalsın. Biraz kozlarımızı paylaşalım. Pek dua etmeyi bilmem ben. Oldum olası manasız bulmuşumdur bu işi. Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen kadir-i mutlak bir Tanrı ve pek bir şeye gücü yetmeyen, pek az bilen, kaderi muğlak bir ben... Ellerimi semaya açarak yahut yalnızca gökyüzüne bakarak örneğin, başlıyorum anlatmaya. Birkaç dakika geçiyor, içimden bir ses; ''Ne anlatıyorsun evladım sen, Tanrı zaten bunları biliyor!'' Tövbe haşa! İşin yoksa baştan başla duaya! Bir olur iki olur; hepsinde aynı tas aynı hamam! Baktım daha çok günaha giriyorum, bıraktım dua etmeyi. Pek muhterem din taifesinin bu meseleye dair kendilerince itibar ettikleri birkaç açıklama mevcut lakin beni ikna etmeye yetmiyor. Uzun süredir, dua edeceksem eğer, ''Rabbim; sen konuyu biliyorsun, amin!'' diyerek bitiriyordum işimi. Dua ile aramıza biraz ontoloji kaçana dek böyle sürdü bu. Başına taş düşesice Spinoza! O günden itibaren Tanrı'nın bu Dünya'ya fiziki veya ruhani müdahalesi pek mantıksız gelmeye başladı bana. Nedenlerin ve sonuçların dünyasında olduğumuz aşikâr. A olayının ardından bir B olayı vuku buluyor ve biz de B olayının nedenini a olayı olarak algılıyoruz. Her A olayının ardından, B olayı geldikçe bu bizde bir nedensellik algısına yol açıyor. Bilim dünyası neden-sonuç zinciri içerisinde olduğumuz gerçeğine pek bir şüpheyle bakıyor. Ancak bu durum tartışmamızın sonuçlarına engel değil. A ile B olayları arasında bir nedensellik mevcut değilse bile art arda gelme durumu var. Yahut Hume'un ağzıyla söyleyecek olursak; ortada bir alışkanlık var! Hal böyleyken, Tanrı'nın duaya karşılık verme gayesi veya sonsuz inayetiyle doğaya bir müdahalede bulunması neden sonuç ilişkisinin bir ihlalinden başka nedir? Herhangi bir 'A' olayına müdahale, o 'A' olayından sonra gerçekleşecek olan 'B' olayına da müdahale olduğundan yaratımda bir rastgelelik ortaya çıkmaz mı? Yaratımda rastgeleliğin iki temel problemi var: birincisi, doğa yasalarının ihlalinin de meseleye dahil olması. Bu olay mucize mefhumunu açıklamakta güçlü olsa da, ikinci problemin vahimliği açıklamayı yersiz ve yetersiz kılıyor. İkincisinin vehameti ortada; eğer yaratımda belli bir alışkanlık, doğa yasası, neden sonuç ilişkisi veya ardışıklık yoksa bu, şeylerin doğasının biz insanlar tarafından asla anlaşılamayacak olmasını ve kafasına göre hareket eden bir Tanrı modelini doğuruyor. Nice bilim adamı ve dahası nice filozof yıllarca şeylerin işleyişini ve Tanrı'nın eylemlerinin mahiyetini anlamaya çalışırken heba oldu. Cevaplanmış birçok sorunun ardında, her cevabın yol açtığı daha fazla soru ortaya çıkıyor. Daima anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız pek çok sorun var ortada. Her şeyi anlamak zorunda mıyız, bilmiyorum. Her zaman cevaplamamız gereken soruların bulunacak olması, Tanrı'nın da isteğinin bu yönde olduğu izlenimini bırakıyor bende. Belki de kafasına göre hareket etmek ve Tanrı olmak arasında bir tutarsızlık yoktur. Belki de esas problem, yaratımın rastgeleliğidir. 

''...''

''Yine de Tanrı'nın böyle bir problemi olduğunu düşünmüyorum. İki ucu boklu değnek işte Basricim, hal böyle. Ulan bu mereti çekince de amma çenem düşüyo ha! Basri! Uyudun mu lan? Dua etmem dediğime mi kızdın yoksa?  Basri?

''...''

Basri'ye yetimlik hiç yakışmıyor. Rabbim, sen bu çocuğa babalık et!