13 Aralık 2020 Pazar

şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi

bir heves ve belki yetişir inancıyla yaptığım ortaya muhtarı yükselirken gördüm. atmosfer şahane, tribünler tıklım tıklım, tezahüratlar kulakları sağır ediyor. hevesim ve nefesim kursağımda kalmış, heyecandan dizlerimin bağı çözülmüş. sağ bacağımdaki ağrı gitmiş, koşabiliyorum. dahası bir futbol sahasındayım. oyunun ortasında. muhtar, üzerinde kafa topuna yükseldiği adamın farkında mı acaba? sokrates! spikerin sesi kulaklarımda yankılanıyor, russell abimiz maç anlatımı için kendini adamış:

''evet bu arada defans hattında sokrates, futbolla yakından ilgilenenlerin de bileceği gibi kendisi performansıyla çok defa adından söz ettirdi. oyun zekası anlamında iyi bir düzeydeyken savunma anlamında birçok eksiği olduğu yönünde eleştiriler var. siz ne düşünüyorsunuz platon hocam?''

''öncelikle ben sokrates'in savunma anlamında o kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. sokrates'in genel sıkıntısı, bir oyun kurucu olarak takımın merkezinde olmadığı zamanlarda ortaya çıkıyor. tabi, şimdi burada bir yorumcu olarak ben...''

''bu arada aniden gelişen atak ve beklenmedik bir orta!''

muhtarın beklenmedik ortalara beklendik kafalar atmak gibi bir huyu var. kafa atmayı futboldan çok girdiği kavgalarda öğrendiği üzerine bir takım rivayetler mevcut. nitekim bu durum onun kafalarını birçokları için beklendik kılıyor. muhtar dediysek ismiyle müsemma değil, mahlas sadece. zaten kendisine neden muhtar dediğimi de bilmiyorum. kara saçlı, kara kaşlı, kuru bir adam. kaba bir mizacı var. ekseriyetle hatunların benim yerime kendisini tercih etmesinin sebebini bunda görüyorum. kibarlık, olmaması gereken bir hata. stoacı imparator marcus, doğada olan iyidir diyor. bir maymunun ağaçta salınırken kız arkadaşına öncelik vermesi,  kaplanın incelik ve sadelik hasebiyle muhatabına diş geçirmemesi olacak iş değil. insanın bu misallerden müstakil olduğunu, kibar insana yapılan muamelenin bundan ayrı olduğunu düşünmek aptallık olur. deneyimlerim de bana bunun aksini söylemiyor. marcus bu söylediklerimi duysa, kendisini yanlış anladığımı söyleyip kızardı; kendisi kibarlığın bilhassa erkeğe yakışan bir meziyet olduğunu düşünüyor. neyse ki duyamaz, hazretleri şuan locada keyifle maçı izliyor. halkının eğlencesi için yaptırdığı bu görkemli stat onun için bir gurur nesnesi olmalı. muhtardan bahsediyordum, kendisiyle esas meselemiz, toplam münakaşalarımızın yarısını ihtiva eden soyadı meselesine dayanıyor. adamın soyadı: koyun! bu soyadının ''bizim oğlanı da yanınıza bir yerlere işe koyun'' yahut ''bana da bir çay koyun'' cümlesindeki koyun mu yoksa dağlarda, kırlarda otlayan ve geviş getiren bir hayvan mı olduğu üzerine düzenli olarak tartışıyoruz. ben muhtara ikincisini pek yakıştıramıyorum. zira böyle bir adamı melerken veya kırpılırken tahayyül etmek komik geliyor. 

muhtarın soyadının verdiği yetkiye dayanarak alnının akıyla sol köşeye koyduğunu gördüm. camus hırsla o tarafa doğru atladı. camus? motor sürmeyi bıraktığı vakitlerde kaleciliğe devam ediyor hala. daha az önce çalım attığım kolektif futbol yanlısı marx mıydı? hegel yedek kulubesinde. her zamanki gibi sistemli futbolu çevresindekilere anlatmakla meşgul. uzun zamandır marx'la forma mücadelesi veriyor. diyojen'e ne demeli? adem baba kıyafetini giymiş, saha kenarında uyuklamakla vakit öldürüyor. topun camus'un kollarından sekip kale içine girdiğini gördüm. muhtar kafasını ellerinin arasına almış, küfrederek hakeme bakıyor. hakem parmenides mi? bu adam şeylerin hareket edebileceğine dahi inanmıyor ki? kimsenin itiraz etmemesine içerlenmiş olsa gerek oyunu durdurdu. var odasında zenon'la konuşuyor. bozacının şahidi şıracı! topun gitmesi gereken yolun yarısını gittiğine istinaden, gittiği her yoldan geriye kalan yolun da elbet yarısının bulunacağına dayanarak, böylelikle gitmesi gereken hedefe hiçbir zaman ulaşamayacağından mütevellit... ağzında ne çok geveliyor bu dingil? bir filozof hastalığı hasıl olsa gerek. felsefenin, geviş getirmekten fazlası olmadığı aşikar. bir eşek düşünün, hayır buridan'ın eşeği değil söz ettiğim; aynı mesafede ve aynı uzaklıkta önüne konulan ottan herhangi birini seçme cesaretini gösterebilmiş, aç kalmaya niyeti olmayan bir eşek bu. öyle bir ot ki önündeki, ancak bir tanrı hazmedebilir onu. eşeğimiz ise eşeklik mertebesine ilk erişenlerden, şimdikiler gibi değil. üstelik geviş de getirebiliyor! yutmuş olduğu yiyeceği midesinden geri getiriyor ve yeniden çiğneyip yutuyor. ve bu işlemi hiç bıkmadan tekrarlıyor. başka bir ot yemek gibi bir derdi yok! gevişini getirdiği ot onu bir hayat boyu tok tutmaya yetecek. yalnız ölmeden önce son kez eşekliğini yapıp çıkarıyor otu ağzından. kendisinden sonra gelen eşekler de aynı otu geviş getirmeye devam ediyor ve o otu hiçbir şekilde sindiremiyorlar. ve bu garip durum yıllarca devam ediyor.. işte size birkaç cümlede koskoca felsefe tarihinin ana meselesi. parmenides de bu sözünü ettiğim eşeklerden. eşek herif, eveledi geveledi iptal etti güzelim golü!

''şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi!''

''hocam, iyi misiniz? niçin birden duraksadınız?''

hoca mı? ne işim var bu sınıfta benim? daha az önce muhtarı, herakleitos'la birlikte hakeme itiraz ederken izliyordum fakat, şimdi! önümde... öylece oturmuş yirmi kadar genç ağzımın içine bakıyor. üzerimde yıllardır arzu ettiğim bir mesleği icra etmenin tedirginliği mevcut. tahta parmenides'le alakalı detaylarla bezenmiş, yazı benim yazım, sınıf benim sınıfım! dalmış olmalıyım yine, uzun süre uykusuz kalmak bana yaramıyor.

''parmenides... batı rasyonalizminin öncüsü sayılabilecek bir adam... kendisini anlamamız için öncelikle özdeşlik ilkesini anlamamız gerek...şeylerin hareket ediyor gibi görünmelerini 'sanı' olarak varsayarak... ve golümüzü vermeyerek...''

iptal edilen golümüz geldi aklıma. herakleitos'un itirazları sonrası kırmızı kart görmesi... iptal edilen golün kararı bahane, zaten parmenides'e bilenmişti pezevenk. bizim muhtar ofsayt osman'a mı dönmüş? çığırıyor; bu da mı gol değil be, ha söyleyin! bu da mı gol değil?!

''çocuklar konumuza dönersek... parmenides varlığa istinaden, tamamen dilsel bir sihirbazlığa sırtını dayayarak vardır demiştir. çünkü eğer olmasaydı o, varlık olmazdı. aynı sihirbazlığı yokluk üzerine konuşurken de yapacak. yokluk, yoktur diyecek. çünkü eğer var olsaydı biz ona yokluk değil varlık diyecek idik. bu arada yokluk ile söylemek istediğim...''

''yokluk burada ulan, cüzdanına bak hıyarağası! cep delik, cepken delik, aklı gidik! giydiğin kıyafete, üstüne başına dön de bak! sıçtırma parmenides'e de mantığa da!''

''murat? senin ne işin var derste?''

nasırlı elleriyle sağlam bir asıldı suratıma. kir ve pas içerisinde kalmış bir tulum giydiğimi farkettim o an. omuzlarımdan tuttu, sarstı beni.

''yokluk yokmuş, nah yok! bundan âlâ yokluk mu var? uyansana ulan!''

kan ter içinde fırladım yerimden. bir işçi servisinin arka koltuğunda, sağlam sızmışım. murat, kızgınlıkla bana bakıyor.

''bu nasıl uyumak be kardeşim, hepi topu yarım saat yol geldik, asırlık uyudun. kalk artık, ne görüyorsan rüyanda!''

öğlene doğru çalışmaktan kömür karası olacak yüzüne baktım. sanki ahvalim çok farklıymış gibi. bazı şeylerin neden şu veya bu şekilde değil de özellikle bu şekilde olduğu sorusuna kafa yorardım hep. imkanlar mesela, yoksulluk yahut. bir felsefe öğretmeni olmayı tahayyül ediyordum. öğrencilerimle bir tutam ot meselesiyle alakadar olup eşeklik edecektik. yaşamımın başka bir yönde seyretmesi pek kabul edilir değildi. muhtarı da sosyolojiye yakıştırırdım hep. tam bir insan sarrafı olmakla beraber birine kafa atmadan önce attığı kafanın buna değip değmeyeceğini, kimlere niçin kafa atılması gerektiğini ve dünya üzerinde atılan kafaların seyrüseferini bilen bir adamdı. şehir görmüş adam, benim gibi köylü de değil. hasılı, on dört milyarlık bir şehirde hayatta kalan bir adamın sosyolojiden anlamaması kabil değil. ancak, bu bir rüya neticede. şimdi ben mevsimlik işlerde ırgatlık ediyorum, o tekstil işinde. kot ceket biçiyor.

''sorma birader, uyuyamadım dün gece! ondan olacak iyi sızmışım, fena bir kabus gördüm.''

''ne oldu yine?''

''şerefsiz evladı parmenides, golümüzü vermedi!''

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder