5 Nisan 2021 Pazartesi

teslis ağrısı, baba

Tarih: Nisyan Ayının 14. Günü

Yer: Mühendishane-i Basri Hümayun

Vakitlerden bir nisyan akşamı. Buralarda rüzgar insanı ferahlatmaz. Nisyan akşamı olduğuna bakmayın, nisyandan malulen emekliyiz. Emekliliğimize veryansın ediyoruz.

Basri, ketum bir adam. Konuşulmaması gereken konular hakkında pek konuştuğunu görmezdiniz onun. Eskiden kalma giysilerle dolaşır, saçı sakalı birbirine karışık gezerdi. Öteden beri hayali uçak mühendisi olmakmış. Maddi halleri pek yeterli gelmedi okumaya. Çalışıp geçimini sağladığı derme çatma bir evi vardı, bir de kendine bakmaktan acz düşmüş gariban anası... Arkadaşlar arasında şakayla karışık; 'Mühendishane-i Basri Hümayun'' derdik o eve. Hiçbir şeyin eksik olmamasına tezat; bir tek eksiği eksik olmazdı o evin. Anası ile birlikte zorunlu bir mütevazılık örneğiydi evleri. Öyle ya, tevazu denilen şey; fukaralığın mecburi halidir yalnızca. Basri'nin güzel görünmek yahut yalnızca görünmek gibi bir kaygısının olduğunu görmedim hiç. İnsanların ardına saklanır, karda yürür, izini de belli etmezdi. Yalnız çok erken yaşta kaybetti babasını. Çok severmiş... Hangi çocuk sevmez ki? Anası, evladım akıl baliğe erip de babasına isyan bile edemedi der, öyle severdi oğlunu. Basri'nin annesinden duyduğum bu sözün yeri ayrıdır bende. Aklın, baliğ olması ile isyan etmek arasında müşterek bir ilişki kurmak epey derin bir düşünce. Bu söz bana, Adem babamızın Tanrı'ya olan nispetini hatırlatıyor bir yandan. İnsanlığın ergenliğe girişinin bir sembolü olarak; cennetten kovulmak... Yahut aklını kullanmaya başlamasının neticesi olarak... Geist denilen şey varsa eğer, bir mutlak zihin veya kolektif bilinç... Tam olarak böyle bir meret olmalı. Mutlak zihin, çocukluğunu Tanrı'nın himayesinde, günahtan bihaber, cennet aleminde geçiriyor ve yaş kemale erdikten sonra aklını kullanma hürriyetine sahip oluyor. Mutlak zihnin, ergenliğe girişi... Ergenliğe girince evden ayrılmak ister insan. Kendi hayatının sorumluluğunu üstlenecek vaziyette olduğunu düşünür. İlk günah, Adem'in Tanrı'ya ''Ben evden ayrılmak istiyorum!'' demesidir biraz da. 

Aklını kullanmak, isyan etmeyi anlam olarak içerisinde barındırıyor olmalı. Nitekim Camus mu diyordu: isyan ediyorum o halde varım! Her aklını kullanan isyan etmez lakin, her isyan eden muhakkak bir kez aklını kullanmıştır mantığından hareketle... Adem'in isyanında da böyle bir icazet olmalı. Tanrı'ya, günahımı da sevabımı da bilinçli işlemek istiyorum demek istemiş olabilir! Akılda tutulması gereken husus şudur ki; cennette kötülüğe yer olmadığı gibi, iyiliğin de bilinçli hali bulunmaz. Meleklerde görebilirsiniz bunu. İçlerinde kötülük bulunmamasının sebebi, kötülükten bihaber olmaları değil; bilinçten bihaber olmalarıdır.

''Heyhat! Ademin derdi selamet değil, ferdiyetti! Nitekim, fert olma sevdası oğullarına da sirayet etmiş. Tanrı, Habil'in kurbanını kabul edince Kâbil öfkelenip kardeşini öldürüyor da; kendisine kardeşinin nerede olduğunu soran Tanrı'ya bir de ''Ben kardeşimin bekçisi miyim?'' diye yanıt veriyor. Öyle ya! Ferdiyet meselesini Rönesans icadı mı sandın? Ademoğlu kelimesi pek naif kaçıyor Basri bey! Kabil'in oğullarıyız biz.''

''İnsanlık, bir katilin neslinden olmayı pek kabullenememiş belli ki... Kabil'den bu yana değişmeyen bir şey daha var, o da gurur! Tanrı'nın kendi kurbanını reddetmesini kabullenemeyen katilden, katilin neslinden olduğunu kabullenemeyen insanlığa...''

''Oğlum Basri, çekilir adam değilsin sen! Rakı soframızı kuralım, Aysel'den dert yanalım dedik, dönüp dolaşıp geldiğimiz noktaya bak. Ne heves kaldı, ne heyecan! Benim Aysel'den başkasını havsalam alır mı? Aysel aşağı, Aysel yukarı; Aysel'le otur, Aysel'le kalk. Önüm arkam, sağım solum Aysel!''

''Aysel Tanrı'nın kulu değil mi kardeşim, niye öyle diyorsun? Ben anlamam aşk meşk işlerinden bilirsin. Bak ne diyor Sokrates; her ihtimalde evlenin karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz! İlişkilerin alametifarikasını adam iki bin yıl önce belirlemiş. Şekspir delisine benden daha aşinasın, yıllar sonra olaya bakışı daha bir çözüm odaklı! İyi asılmak, kötü evlilikten evladır diyor; haspam! Bırak şu Aysel, Veysel işlerini, bize ters bunlar. Evliliğin iyisi bulunmaz. Şu halde meselemizin esas noktasını iyi asılmak ile filozof olmak arasında tercih yapmak oluşturuyor.''

''Ya da iyi asılan bir filozof olmak... Üçüncü haller her zaman imkansız değil Basricim!''

''Bak, birkaç dubleden sonra kafan nasıl da çalışıyor! Aysel meselesine gelince... Bilirsin anlamam demiştim... İhanetin, zulmün esası belli. üstüne edecek lafın, sözün kıymeti yok. Bir başka dalı tutmadan elindekini bırakmayan, bir maymun olabilir ancak.''

''Maymun ne ki azizim, bir değil tarikat bunlar; maymunlar cehennemi!''

''...''

''İyi dinle Basri, epeydir karışık kafam. Madem derdin Tanrı meselesi, Aysel içimde kalsın. Biraz kozlarımızı paylaşalım. Pek dua etmeyi bilmem ben. Oldum olası manasız bulmuşumdur bu işi. Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen kadir-i mutlak bir Tanrı ve pek bir şeye gücü yetmeyen, pek az bilen, kaderi muğlak bir ben... Ellerimi semaya açarak yahut yalnızca gökyüzüne bakarak örneğin, başlıyorum anlatmaya. Birkaç dakika geçiyor, içimden bir ses; ''Ne anlatıyorsun evladım sen, Tanrı zaten bunları biliyor!'' Tövbe haşa! İşin yoksa baştan başla duaya! Bir olur iki olur; hepsinde aynı tas aynı hamam! Baktım daha çok günaha giriyorum, bıraktım dua etmeyi. Pek muhterem din taifesinin bu meseleye dair kendilerince itibar ettikleri birkaç açıklama mevcut lakin beni ikna etmeye yetmiyor. Uzun süredir, dua edeceksem eğer, ''Rabbim; sen konuyu biliyorsun, amin!'' diyerek bitiriyordum işimi. Dua ile aramıza biraz ontoloji kaçana dek böyle sürdü bu. Başına taş düşesice Spinoza! O günden itibaren Tanrı'nın bu Dünya'ya fiziki veya ruhani müdahalesi pek mantıksız gelmeye başladı bana. Nedenlerin ve sonuçların dünyasında olduğumuz aşikâr. A olayının ardından bir B olayı vuku buluyor ve biz de B olayının nedenini a olayı olarak algılıyoruz. Her A olayının ardından, B olayı geldikçe bu bizde bir nedensellik algısına yol açıyor. Bilim dünyası neden-sonuç zinciri içerisinde olduğumuz gerçeğine pek bir şüpheyle bakıyor. Ancak bu durum tartışmamızın sonuçlarına engel değil. A ile B olayları arasında bir nedensellik mevcut değilse bile art arda gelme durumu var. Yahut Hume'un ağzıyla söyleyecek olursak; ortada bir alışkanlık var! Hal böyleyken, Tanrı'nın duaya karşılık verme gayesi veya sonsuz inayetiyle doğaya bir müdahalede bulunması neden sonuç ilişkisinin bir ihlalinden başka nedir? Herhangi bir 'A' olayına müdahale, o 'A' olayından sonra gerçekleşecek olan 'B' olayına da müdahale olduğundan yaratımda bir rastgelelik ortaya çıkmaz mı? Yaratımda rastgeleliğin iki temel problemi var: birincisi, doğa yasalarının ihlalinin de meseleye dahil olması. Bu olay mucize mefhumunu açıklamakta güçlü olsa da, ikinci problemin vahimliği açıklamayı yersiz ve yetersiz kılıyor. İkincisinin vehameti ortada; eğer yaratımda belli bir alışkanlık, doğa yasası, neden sonuç ilişkisi veya ardışıklık yoksa bu, şeylerin doğasının biz insanlar tarafından asla anlaşılamayacak olmasını ve kafasına göre hareket eden bir Tanrı modelini doğuruyor. Nice bilim adamı ve dahası nice filozof yıllarca şeylerin işleyişini ve Tanrı'nın eylemlerinin mahiyetini anlamaya çalışırken heba oldu. Cevaplanmış birçok sorunun ardında, her cevabın yol açtığı daha fazla soru ortaya çıkıyor. Daima anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız pek çok sorun var ortada. Her şeyi anlamak zorunda mıyız, bilmiyorum. Her zaman cevaplamamız gereken soruların bulunacak olması, Tanrı'nın da isteğinin bu yönde olduğu izlenimini bırakıyor bende. Belki de kafasına göre hareket etmek ve Tanrı olmak arasında bir tutarsızlık yoktur. Belki de esas problem, yaratımın rastgeleliğidir. 

''...''

''Yine de Tanrı'nın böyle bir problemi olduğunu düşünmüyorum. İki ucu boklu değnek işte Basricim, hal böyle. Ulan bu mereti çekince de amma çenem düşüyo ha! Basri! Uyudun mu lan? Dua etmem dediğime mi kızdın yoksa?  Basri?

''...''

Basri'ye yetimlik hiç yakışmıyor. Rabbim, sen bu çocuğa babalık et!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder